30 Aralık 2008 Salı

Yaşasın! Yeni Bir Yıl Geliyor

Çocukuğumda Noel baba'nın yeni yıllla ilgili birşey olduğu konusunda yaygın bir teamülümüz vardı. Yılbaşı bizim bayramımız değil Hristiyanların bayramı diyen pre-ergenekoncu bir zihniyet de vardı. Şimdilerde yeniyıl kutlamaları Ortodoks Müslümanlar için bir sorunsal teşkil ediyor galiba. Başbakan'ın pek hevesle koşuşturduğu Medeniyetler İttifakı meselesi bir gün gerçekten ivme kazanırsa belki bu konuda bir yumuşak geçiş yaşanır.

Açıkçası ben yeni yılın gelişini kutlamakta bir pozitif yansıma görüyorum. Her sene kişisel envanterimi yapıp kendime yeni hedefler koymak benim için çok önemli. Bir keresinde arkadaşlarımla ilişkilerimi gözden geçirmeye karar verip buna ilişkin bir plan yapmışım ve bir defterin arasına koyuvermişim. Geçenlerde evrak-ı metrukemi karıştırırken elime geçti. Pek ilginçti: bilmem kimle az görüş, falanın sorduğu garip sorulara açıkça cevap verme, filanın bütün davetlerine uyup fazla gezip tozma gibi komutlar yazmışım. Köşeye sıkışıp kaldığım bir dönemde ne çok insanın beni-farketmeden- incittiğini veya bazı yorucu ilişkilere girdiğimi ve asıl önemlisi o günlerde ne kadar hassas bir dönemden geçtiğimi anlayıp biraz ürktüm. Biraz hayatla ve kendimle yüzleştim o kağıt parçasına bakarken. Biraz da sevindim çünkü bu sene böyle bir liste yapmayacağım. İnsanların bana ayna olması gereken dönemi geride bırakmış olmalıyım ki bana eski günlerde olduğu gibi aşırı bir etki yapamıyorlar.

Bu bir itiraf yazısı gibi algılanmasın ricasıyla şunu belirtmek isterim ki: o listeyi yaptığımda bana sağaltıcı bir etkisi olmuştu. İşin ilginç yanı o listede yer alan herkesle halen gayet iyi bir şekilde görüşüyorum. Bunu yazmak istedim, paylaşmak istedim, bu liste bana tortularımla yüzleşme fırsatı sundu. Kendimi haklı görme ve kibir eğilimime de ciddi bir darbe vurdu. Kainatın bir zerresi olarak kendi dışımdaki herşeyle ve herkesle uyum içinde olma kararımı, efendilik taslamak yerine Tanrı'ya kul olma yolunu seçmenin doğruluğunu bana hatırlattı.

Kur'an-ı Kerim'de ilk sistemli okuyuşumda beni derinden sarsan bir sitemle karşılaşmıştım: "Ne kadar az düşünüyorsunuz." Oysa insan çok düşündüğünü zannediyor. Çok düşündüğünü farzedip düşüncelerden uzaklaşmak istiyor. Düşünce ile vesvesenin birbirine karıştığı yer insanı hasta kılıyor. Düşünce rahmani, vesvese ise şeytani bir faaliyet değil midir?

Sevgili dostlarım, Size iyi bir sene dilerim. Temiz gönlünüzden geçen her isteğe kavuşun dilerim. Yokluk ve zulüm altında ezilen bütün insanlar için dua ediyorum. Barış ve kardeşlik için dua ediyorum. Dünyanın iyi bir yer olmasını isteyen herkes için dua ediyorum, iyiler kazansın diye!

Mutlu Seneler! Hepinizi sizi kucaklıyorum.

20 Kasım 2008 Perşembe

Doğum Günün Kutlu Olsun Yenilmezlik İnancı!

10 Kasım blogumun doğum günüymüş atlamışım. Kendi çapımda bir depresyondaydım, minör bir depresyon üzülmeyiniz. Depresif dönemlerin de hakkını vermek şart. İnsanlar depresif oldukları ve yoksunluk duygusuna kapıldıkları dönemlerin hakkını vermeyince çok şey yitirirler. Depresyonun başa gelmiş bir bela değil de nefse açılan ciddi bir mücahede olduğunu kabul edenlerdenim.

Depresyona giriş nedenim erken akşamlardı. Saatler geri alınınca adetim hilafında hüzne kapıldım. Hüzün mor bir elbisedir. Gizem ve korkunun kıyafeti. Erken akşamlar bu sene beni, "beni heyecanlandıran şeyler"in az olduğu günlerde yakaladı. Hayat heyecansız olmuyor, zor oluyor...

17 Kasım'da bir yıldönüm daha vardı, sanırım onu isteyerek hatırlayamadım. Israrlı olmak başka ısrarcı olmak başka diye. Şimdi 24 kasım Öğretmenler Gününde başka bir yıldönümüm var. Onu da bizzat atlayacağım. Biskrem reklamında, "Bu akşam çeyrek final akşamı" diyen adam gibi unutacağım ama bilerek unutacağım. Bana bir biskrem veren olursa... Her tutkunun üzerinde, yenilmezlik inancının bile üzerinde: "Bi biskrem versem?"

Bu sayfayı ziyaret eden dostlarıma diyeceğim birkaç söz var: İnternet üzerinden "satış derdi" olmadan veya bir ölçüde "bedava" fikir alışverişi imkanına kavuşmak, bir tür eşitlerin ilişkisi (hakiki anarşizm) olarak beni cezbediyor. Statükoyu inceden delen bir imkan sunuyor bize bloglar. Editörlüğün imaj-makerlik statüsüne de bir darbe vuruyor. Bizi yöneten ve bizi kendi kurdukları projeye mahkum edenler ile aramıza bir mesafe koyma zemini.

"Ve kimsenin almayı düşünmediği mallardı ruhlarımız."

11 Kasım 2008 Salı

MALDONADO URFASPOR'DA OYNAR MI?

Sergen Yalçın'ın sözleri Urfalılar'ı kızdırmış. Milli hasletlerimizden biri olan alınganlık meselesini çözmek için bir alınganlık devrimi yapmamız lazım. Bu serpuşun, pardon sözün adı "espri"dir.

Üstelik alınması gereken birisi varsa Maldonado iken fırsatı kaçırmayıp Urfalılar alınmış. Önerim şu: Urfa aidiyetli Türk vatandaşlarından biri çıkıp dese, "Biz Maldonado'yu istemeyiz çünkü saçlarını kesmiş. Bize havalı, yakışıklı ve ilk onbirde oynayacak kapasitede biri lazım. Maldonado olamaz!"

Sergen'ciğim diyor ki hem saçını kestirmiş hem de Fener'de oynuyor. Kabahat üstüne kabahat. Sergen Fener'e takım kuracak olsa Maldonado'yu Urfa'ya bir şekilde gönderecek. Siirt Jet-pa günlerinden oralarda bir prestij yapmıştır herhalde. Ben Maldonado'nun yerine olsam durmam giderim. Patlıcanlı kebap, ayva tavası, mırra, Balıklı Göl, sıra geceleri ve konukseverlik bunların hepsi Urfa'da.

Meselenin bir de şu tarafı var, Madonado Fener'i bırakıp hiç bir yere gidemez. Ortasahada biçerdöver gibi oynayan Josico insaflı bir hakemden kırmızı kart gördüğünde Semih'in yerine oyuna kim girecek?.. Güiza çıkamaz çünkü onun gol kaçırma görevi var!

Sevgili Galatasaray taraftarı dostlarım: Geçen hafta Fener'de kendi ellerimizle dört gol yedik. Olsun yapacak birşey yok. Sikibbe yaramaz çocuk Lincoln'le Meria'ya Portekiz'de çapkınlık yapmaları için gece izin vermiş. Takımın ve galiba Sicbbe'nin havası fazlasıyla bozulmuş anlaşılan. Her derbi öncesi disiplin sorunu... Adnan Sezgin kızmışmış ama bence Sicbbe haklı o Lincoln imkanı yok söz dinlemez, ben de onu o yüzden severim, mesela sarı kart görmezse içim cız eder, "Acaba nesi var birşeye mi kırıldı." derim.

İlk kareye dönecek olursak "espri" zeka kökenli bir sözdür. Esprilerden zeki insanlar zevk alır. Esprileri zeki insanlar yapar. Espriden alınmak yerine espri ile karşılık vermek adaptandır. Eğer Sergen'ciğim pot kırdıysa buna espri ile karşılık vermek de şık bir davranıştır. Her durumdan iktidar ve aidiyet problemi çıkarmak ise hoş değil. Gerginlikten beslenmek obezite veya bulimia gibi istenmeyen sonuçlara sebep olabilir. Yaşasın Dilara Koçak!

26 Ekim 2008 Pazar

Protest O! II

Toplum içinde konuşma ve düşünceleri dile getirme becerisini her Türk gibi biraz geç geliştirmiş olduğumu itiraf ediyorum. Bunu içimi dökmek ve kendime yandaş aramak için de yapmıyorum.Sadece yetiştiğim ortamda bütün yaşıtlarım gibi susturularak büyümekten bir fayda elde etmediğimi belirtmek zorundayım. Mensup olduğum kuşak biraz moda dünya görüşlerinin, biraz da kendi geçmişlerindeki yanlışa tepki göstererek çocuklarına söz hakkı tanıdılar. Farkında mısınız bilmem ama konuşarak büyüyen bu kuşak çok küçük yaşta anne ve babalarını yönetmeye başladılar çünkü anne babaları geç konuşmuş insanlar olarak onların karşısında zayıf kalmışlardı. Bunun sakıncaları ve faydası üzerine fikir yürütmek istemiyorum bir aile sorunudur, herkes aile içinde bir çözüme ulaşır.

Mesele sosyal travmaların çözümüne gelince, ben yorgunum. Ne meydanlarda konuşacak halim var ne de konuşanları dinleyecek. Kimsenin lideri veya kanaat önderi olmak hevesine kapılamayacak kadar kendi halimde olmaktan mesudum.

Fakat bir kusurum var ki önem verdiğim konularda düşüncelerimi yazı yolu ile anlatmayı seviyorum. Bu beni hayata bağlıyor ve güçlendiriyor.

Bir kusurum daha var: Yaşadığım toplumda demokratik bir ortam istiyorum.

Dün bir arkadaşımla sohbet ederken bana, "Bir türlü anlaşamıyoruz işte!" dedi. Anlaşıyorduk aslında, birbirimizin meramını, arzusunu, isteğini konuşarak öğreniyorduk ama onun anlaşmaktan anladığı benim ona tamamiyle hak vermemden geçiyordu. Yine aslında! Ona tamamiyle hak veriyordum, hiç de mantıksız konuşmuyordu; sadece onunla aynı fikirde değildim. Konuşmayı bir sonuca bağlayıp damgamı vurup onu karşıma almamıştım. İşte bu yüzden, sohbetleri; çay saatlerini, içki masalarını ya tatsız espriler yada yüksek sesle atılan nutuklar yada suskunluklar kaplıyor.

Şimdilik bu kadar.

20 Ekim 2008 Pazartesi

MASUM


(Bu çalışma 28. doğumgünü vesilesiyle Özgün’e adanmıştır. Davut kadar aziz ol!)

Mikelangelo, Pieta’da ikili figür kullanarak henüz 25 yaşındayken heykel sanatının inceliklerine ne kadar vakıf olduğunu çağlara ilan ettikten sonra 5.17metre boyunda bir “dev” heykeli yaptı: Davut. Davut’un Golyat’a (Kur’an-ı Kerim’de Calut) saldırmaya karar verdiği anı temsil eden Davut Heykeli 8 Eylül 1504 günü Floransa güneşine çıkarıldığında Floransa’lılar belki de o gün ikinci bir güneşin doğduğunu düşünmüşlerdir.

Bütün üstün vasıflılar ve yüksek sanat sahipleri gibi Mikelangelo hiç kuşkusuz şunun farkındaydı: Büyük eserler daima olağanüstü ve hatta insanüstü bir esin ve çaba ile ortaya çıkmaktaydı. Bunu eseri hakkında sarf ettiği cümleden anlamamız mümkündür, “ Ben sadece Tanrı’nın yarattığı mükemmel bir mermerin fazlalıklarını aldım.” Rönesans sanatçılarının seçilmiş elçiler olduklarını biraz olsun fark edenler böyle bir sözü ancak seçilmiş bir insanın söyleyebileceğini de anlayacaklardır. Bu görüş açısı ile meseleye eğilmek sonucunda bu mütevazı görünen ifade ile Mikelangelo’nun neyi kastettiğini anlamamız mümkün olabilir: Rönesans güzellik idealinin Antik Yunan’da sahip olduğu itibarı yeniden kazandığı bir dönemdir. Hıristiyanlık için kutsal olan temaların bu estetik kurallarla yeniden üretilmiş olması sürecinde sanatçıların eserlerini yaratırken aynı zamanda da ibadet etiklerini söylemek imkan dahilindedir. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Atalarımız sadece taşı işlemekle kalmamış aynı zamanda ibadet etmişlerdir.” dediği gibi yada Yahya Kemal’in Süleymaniye için “Taştan Besmele” ifadesini kullanması gibi bir aşkınlık ve adanmışlık durumuna dikkatinizi çekmek isterim.

Davut Heykeline gönlümü kaptırdığımda otuzlu yaşlarımdaydım. Bu çırılçıplak heykelden taşan mesajın beni neden cezbettiğini anlamam ise neredeyse yirmi seneme mal oldu. Bu devin duruşu, başını belirsizce eğişi, elindeki sapanı omzunda gizler gibi tutuşundaki zerafetin anlamı şuydu: Masumiyet… Mikelangelo’nun söz konusu mermerin içinden sadece bir figürü değil o ruhun en önemli vasfı olan masumiyeti de ortaya çıkardığını, hatta sadece bu sebeple heykeli yonttuğunu zaman içinde fark ettim.

Tevrat’ta geçen genç çoban Davut’un Golyat ile savaşmasının hikayesini okuyanlar bilirler; Golyat, kendisi ile ölümüne dövüşmek için meydana gelen bu güneş saçlı delikanlıyı karşısında görünce onunla ince bir şekilde dalga geçer. Golyat Pekin Olimpiyatlarında gülleleri, çekiçleri atan atletleri kıskandıracak kadar iri bir savaşçıdır. Davut ise savaşan ağabeylerine kumanya getirmek için savaş meydanına gelmiştir. Saflardan ileri çıkıp İsrailoğulları’na teke tek dövüş yapmak için meydan okuyan Golyat’ın karşısına çıkmayı göze alacak bir babayiğit de yok gibidir. Kral Saul’un ( Kur’an’da Talut) askerleri bu insan azmanının karşısına çıkmayı düşünmek söyle dusun, o heybetin karşısında adeta tir tir titremektedirler. Bu manzarayı gören Davut, Kral Saul’a, Golyat’ı yenebileceğini söyler. Saul, bu teklifi şaşkınlıkla karşılasa da Davut’a itiraz etmez. O’nu meydana sürmeden önce bir zırh giydirir, (fakat muhtemelen tabiatın bağrında yalınayak başıkabak dolaşan) Davut bu zırhın içinde hiç de rahat edemez ve zırhı çıkarır. Heybesine birkaç taş alır ve kendisiyle dalga geçen zırhlara bürünmüş Golyat’ın gözüne sapanıyla tek bir atış yapar. Bir tam isabet! İşte bu Golyat’ın sonu olacaktır.

Davut’un devasa cüsseli Golyat’ı bir darbe ile saf dışı bırakması kadar bu mücadeleye gencecik bir delikanlının safiyetiyle talip olmasındaki mana da çok önemlidir. Davut’un masumiyetinin bir benzerine Müslümanlık tarihinde Hz. Ali’nin bir kıssasında rastlarız. Hz. Ali savaş meydanında yüzüne tüküren hasmına kinlenip (şahsi bir öfkeye kapılarak) hamle yaptığını fark ettiğinde kendini tutup; rakibinin canını bağışlar. Davut’un Golyat’ı öldürürkenki masumiyeti ile Ali’nin hasmını öldürmekten vazgeçmesindeki masumiyet aynıdır: “Tanrı’ya teslimiyet”: Davut gibi Hz. Ali de ne yapılırsa “Allah için” yapmak terbiyesi ile davranan insanlardır.

İslami kaynaklar Musa Peygamberin ölümünden sonra İsrailoğulları’nın pek çoğunun yoldan çıktığını ve Allah’ın da onlara kafir bir kabileyi musallat ettiği yazar. Yahudiler için kutsal bir emanet olan “Tabut” işte bu kabilenin reisi olan Golyat’ın eline geçmiştir. Bu yüzden savaşırlar. İsrail oğulları’nın kralı Saul Golyat’la savaşmak için çağrı yapar.Ancak küçük bir ordu toplayabilir. İsrailoğulları’nın “yoldan çıkmış” olan bir çoğu bu savaşa katılmaktan imtina etmişlerdir. Genç Davut’un Golyat’ı saf dışı bırakması ile bu küçük ordu şahlanacak ve güçlü rakiplerini yeneceklerdir. Bu olay Kur’an-ı Kerim’de Tanrı’nın inananlara yardımının bir örneği olarak yer alıyor: “…Onlar Calut ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde, “Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar eden bu topluma karşı bize yardım et!” diye dua ettiler. Bunun üzerine, onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar. Davut da Calut’u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği şeyin bilgisini öğretti. Ve eğer Allah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi (Allah’ın bazı insanları bazıları ile savması olmasaydı...) yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı. Ancak Allah bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.” (Kur’an-ı Kerim, Bakara suresi 249-250-251)

Bu savaşın ardından Davut’un yükselişinin hikayesi başlar. Davut Kutsal “Tabut”u geri alır ve kısa zamanda da İsrail oğullarının başına geçer. Aralarındaki bağların zayıfladığı 12 kabileyi bir araya toplamak için çabalar, bu minvalde 12 kabilenin her birinden bir kadınla evlenir. Böylece her kabileye kendi soyundan bir mirasçı vadeden bu eylem ile birleştirici bir misyon üstlenir. Nuh peygamberden sonra yeni bir soyun atası;“Zamanın Adem’i” olur. İsrailoğulları’nı yeni bir geleceğe yöneltir. Bu soy Hz. İsa’ya kadar erişecektir.

Davut kırk yıl hükümdarlık yaptı, İsrailoğulları en parlak dönemlerini Davut zamanında yaşadılar. Davut Kudüs’ü fethetti ve krallığının başkenti yaptı. Küdüs’ün çağlar boyunca tektanrılı dinler için taşıdığı anlamı düşünecek olursak; Davut’un başardığı işin büyüklüğünü de fark edebiliriz.

İsrailoğullarının macerası bir bakıma Homo sapiens’in karakterini tamamen ortaya koyan bir hikayedir. Musa Peygamberin onları dine davet ettiği zamandan itibaren inanç konusunda birçok gelgitler yaşayan bu halkın insan nefsinin Tanrı’nın iradesine boyun eğmekteki kararsızlığı ve ayni minvalde her fırsatta üstünlük davası gütmelerinin örnekleri hiç de az değildir. Bu vakıanın insanlığın bilinç açısından inanç karşınında sınanmasının hikayesi olarak ele alınması; (Ertuğrul Kürkçü’ye atıfla) “Anlatılan Senin Hikayendir” şeklinde formüle edilmesi manidar ve zihin açıcı bir yaklaşım olabilir.

Tektanrılı dinlerin tarihi, insanların bir Tanrı’dansa kendi yarattıkları putlara tapmaya ve önderlerini Tanrı olarak kabul etmeye eğilimli olmalarının örnekleri ile maluldür: “Hakikati inkara şartlanmış olan şu İsrailoğulları (zaten) Davut’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir: Böyledir çünkü onlar Allah’a isyan ettiler; hak ve adalet sınırlarını ihlalde ısrarcı oldular.” ( Ku’an-ı Kerim, Maide 78)

Bu ayete Muhammet Eset’in verdiği dipnot ise: “Lafzen, “doğru yoldan sapmış olan, yani bu güne kadar bu durumda ısrar eden (Razi’nin yorumundan alıntıyla): zaman içinde ilahlığı dini önderlerine yakıştırmaya başlayan -dinler tarihinde çok sık karşılaşılan bir olgu- bir çok topluğa işaret.” edildiğine dikkatimizi çekiyor.

Homo sapiensin her türlü eğiliminin İsrailoğulları’nın macerasında bulmamızın nedeni onların İlk kitap inen topluluk olmalarından kaynaklanmaktadır. Davut ise Musa’dan sonra gelen ve Musa şeraitinin sadık temsilcisi olmaktan dolayı çok özeldir. Bu özel duruma ona vahyedilen Zebur ile dikkat çekilmiştir. Zebur’da hiçbir şeriat kuralı yoktur, Tanrı’ya yakarış ve övgülerden oluşan bir metindir.

Tanrının seçkin kulu yakışıklı Davut’a Zebur’un ilham olunmasına masumiyetinin Tanrı tarafından belgelenmesi olarak bakmak mümkündür: “… Biz bazı nebilere diğerlerine nazaran daha büyük bir yücelik tevdi etmişizdir; tıpkı Davut’a (rahmetimizin bir belirtisi olarak) ilahi hikmetlerle dolu bir kitap (Zebur) verdiğimiz gibi.” ( Kur’an-ı Kerim, İsra Suresi, 55) Tanrı’nın peygamberliğin yanı sıra hükümdarlık da verdiği Davut, mezmurlar boyunca Tanrı’ya sığınır ve ondan yardım ister. Yoldan çıkmış İsrailoğulları’nı tekrar derleyip toparlamak gibi ağır bir yükümlülükten hiç şikayet etmeden sadece görevini başarı ile yapmak için yardım diler. Büyük işler başarmış olan Davut Mezmurlar boyunca sürekli Tanrı’dan yardım isterken, bu yakarışların içinde hırs ve öfkeye dair bir kelime dahi geçmemesi de dikkate değerdir. Zebur’un hiçbir şeriat hükmü taşımaması sadece ilahi aşkın terennümlerine yer vermesi de buna dahil olunca, gözümün önüne ordusuna önderlik ederken kuşlarla birlikte şarkı söyleyen ateş saçlı bir “çocuk” geliyor. Yahudi kaynaklarında Hz. Davut’un mızmar denilen bir müzik aleti çaldığı yazılıdır. Kur’an’da da (Sad suresi): “(Her taraftan) gelen kuşlar ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı.” denilmektedir.

“Ya Rab, Çadırına kim konuk olabilir?
Kutsal dağında kim oturabilir?
Kusursuz yaşam süren,
Adil davranan,
Yürekten gerçeği söyleyen.
İftira etmez,
Dostuna zarar vermez,
Komşusuna kara çalmaz böylesi
Aşağılık insanları hor görür,
Ama Rab’den korkanlara saygı duyar,
Kendi zararına and içse bile, dönmez andından.
Parasını faize vermez,
suçsuza karşı rüşvet almaz.
Böyle yaşayan asla sarsılmayacak.” (Mezmurlar 15)

Davut’un varisi Hz. İsa sıkça Mezmurlar’a değinir:

“Siz Kutsal Yazılar’da deneni hiç okumadınız mı?” dedi:
“Yapıcıların kaldırıp attıkları Taş
Baş köşeye konulan taş oldu.
Rab’den sağlandı bu.
Gözlerimiz önünde ne görkem!” (Mezmurlar 118:22-23)
Bu nedenle, size derim ki Tanrı’nın hükümranlığı sizlerden alınacak ve ona yaraşan ürünleri veren topluma verilecek. (O taşa çarpıp düşen paramparça olacak. Taş da kimin üstüne düşerse onu ezip toz edecek.) Başrahiplerle Ferisiler O’nun simgesel öykülerini duyunca kendilerinden söz ettiğini anladılar.”
( Matta 21)

Davut Peygamber’in hayat hikayesi üzerine bazı yapılan değerlendirmeler onu mahkum etmektedir: Davut’un (Süleyman peygamberin annesi olan) komutan Uriah’ın karısı Bath-Sheba’ya aşık olup Uriah’ın ölümünden sonra onunla evlenmesi üzerine yapılan polemik Kur’an-ı Kerim’de Davut’un bir dava vesilesi ile sınandığını düşünüp af dilemesi ve bağışlanması sonucuna bağlanır (Sad suresi, 23-26).


Birçok peygamberin hayatı üzerine yapılan bu polemiklerin temelinde; peygamberlerin tanrısal kusursuzluk taşıması ve üstün insanlar olması hatta daha ileri giderek “Tanrı” olması beklentisi yatmaktadır. Her peygamberin Tanrı sanılmasını önleyecek bir veya birkaç hatası ve zaafı vardır. Bu azizler ve veliler için de bir vakıadır. Kutsal kitaplardaki, özellikle Kur’an-ı Kerim’deki anlayış ise peygamberlerin kusursuz olmaktan çok Tanrı’ya yakın ve “tevvab” (sürekli tövbe eden) olmaları üzerine kurulmuştur. İsa Peygamberin önerisini de analım: “İlk taşı günahsız olan atsın!”

Mesele masumiyetin dünya değerleri ile tespit edilip edilmeyeceğidir. Af dileyeni bağışlamamak ancak insana has bir tutumdur. Böylece dünya ahlaki haritası hiç kimsenin masum olamayacağı bir izobar sistemine mahkum edilmiştir. Bu ise insanlığın barış içinde bir geleceğe yönelme ihtiyacını bir ümitsizlik deryasına sürmektedir. Affederek masumiyetin iadesi bir prensip olacaksa; bu prensibi “sadece Tanrı’nın kusursuz olması” anlayışı ile inşa etmek mümkündür ve başka hiçbir yol insanın masumiyet konusunda herhangi bir ümit taşımasına müsaade etmeyecektir. Hiç kimsenin masum olmadığı bir dünya için tasavvur edilebilecek gelecek ise ancak bir erken kıyamet günü tasarımıdır (ecel-i kaza). Masumiyet doğuştan edinilmiş bir nitelik olmaktan ziyade manevi ve ahlaki bir olgunlaşma ile kazanılabilir. Tercih yapmak gerekirse hiç şüphe yoktur ki Tanrı’nın bağışlaması insanınkinden üstündür.

Toparlarsak; Davut, Musa şeriatının yeniden güçlenmesini sağlayan ve İsrailoğulları’nı geleceğe taşıyandır. İsa peygamberin Davut soyundan olması ise İncil’de onun “Mesih”liğini tescil eder. İsa bir bakıma aynı üstün vasıfların ve elbette masumiyetin bir timsali olarak onun manevi mirasına da varistir. Davut ve İsa’nın uyarıcı konumları ve masumiyetleri İncil’de ve Kur’an-ı Kerim’de tereddütsüzce kabul edilir ki esas itibariyle bütün peygamberler aynıdır. Mevlana Celalettin’in Fihi Mafih’de önemle üzerinde durduğu bu hususiyetin; peygamberlerin aynı mesajı taşıyan elçiler olmalarının bir türlü kabul görmeyişi ilginçtir. Homo sapiensin karakterine ise ne yazık ki uygundur.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

İMBAT RAKI BURCUNDA

Bornova Sokağında Orhan’nın Yeri, Karşıyaka İstasyon Caddesinde Celal’in Meyhanesi, Havra Sokağında; Küçük Havra Sokağının girişinde Aslan Yasef’in Meyhanesi, Veysel Çıkmazında Tek Nal, Fuar’da Altınorduluların mekanı Atış Poligonu, Altaylıların mekanı Celal’in Meyhanesi. Pasapotta Expres…

Babam anlatıyor: “Meyhane denilen yerde bir iki masa olurdu, isteyen oraya oturur ama asıl tezgaha yaslanarak içilirdi. Sizin şimdi bar tabir ettiğiniz tezgah ta çeşitli mezeler hazır dururdu. Herkes adabıyla o mezelerden yerdi. Boyu 5-6 santim olan küçücük kadehlerle verilen rakının ilk kadehiyle birlikte iki sardalyadan oluşan ‘sıcak’ meyhanecinin ikramı olarak küçücük bir tabakta tezgaha gelirdi. Bu küçük kadehteki rakıyı bazısı bir yudumda bazısı iki yudumda içerdi. Bazıları ise karafaki isterlerdi. 22 cl rakıya karafaki denilir.” Bu ölçü bilmek gerekir ki akşamcıların klasik ölçüsüdür. Bir karafaki rakı içtikten sonra sade kahve içmek yerine rakıya devam etmek bir geceliğine yapılan bir ihlal değilse biraz ayyaşlık manası taşır.

1940-50 yıllarında İzmir’de her muhitte bir iki meyhane bulunurdu ve bir de bunların müdavimleri olan akşamcılar. Vakt-i kerahet gelince işlerinden çıkıp bir iki tek atıp evlerine gitmek için meyhaneye uğrayanlar. (Annem ‘Bazıları çakılır kalır’ diye ekliyor, yarı sitemle. Babamsa buna pek itiraz etmeden devam ediyor.) Meyhanede sarhoş olunmazdı. Meyhaneci buna müsaade etmezdi. ‘Bu son olsun diyerek çakır keyif olan müşterisiyle kadeh tokuşturur ve kibarca onu evine postalardı. Meyhanelerin bazısında spesiyaller olurdu. Mesela Tilkilik Çarşındaki Kokoreççi Nemci gibi. Necmi’nin ustası Arap Mustafa kokoreci keser yağlı kağıt üzerinde servis yapardı. Birçok meyhanede ise sıcak olarak çoğunlukla iki sardalya verilirdi. Bahribaba Parkının karşısında bugün Sabancı Kültür Merkezinin olduğu yerde Akif’in yeri vardı. Mesela Akif, tütün balığı ve çiroz yapardı. Meyhaneciler lakerdayı da kendileri yaparlardı. Aralık ayında torik çıktığında yapılır lakerda. Toriği temizleyip başını ve kuyruğunu atarsın, sonra iki parmak kalınlığında dilimlere bölersin. Süpürge çöpü ile kemiğindeki iliği çıkarırsın. Güzelce yıkayıp kaya tuzu ile tuzlayarak birgün bekletirsin, fazla tuzdan arınması için sudan geçirip aralarına kaba kağıt koyarak kavanoza yerleştirirsin. Kağıt balığın ağır olan yağını çeksin diye kullanılır. Salamura hazırlarsın. Tuz ayarı için yumurta kullanılır. Yumurtanın yarısı suyun içine battığında tuz ayarı tamamdır. En üste yine bir kağıt, onun da üstüne temiz bir taş ama granit veya seramik falan olmalı. Bir iki tane karabiber ve defne yaprağı koyabilrsiniz. Kavanozu serin ve loş bir yerde bekletirsin. Üç hafta sonra hazır demektir.

Bir de bu meyhanelerin tezgah başı sohbetleri meşhurdu. İki kadehten sonra çeneler açılırdı. Hemen kaynaşılır, ahbap olunurdu. Herkes çok nazik ve edepli davranırdı. Biz büyüklerimizden bu meyhanelerde nasıl davranılacağı konusunda talimatlar alırdık. İçki içerken de büyüklerimize saygı göstermeye dikkat ederdik. Tanımadığımız birisi olsa bile... Bir de maçtan sonra bir arkadaş grubuyla giderdik. Biz Altaylıyız mesela… Varol nasıl kurtardı, Ahmet nasıl ıskaladı diye maçı konuşarak içerdik. O zamanlar futbol seyircisi de terbiyeliydi. Küfür falan edilmezdi maçlarda. Maç sohbeti birkaç saat sürerdi akşam yemeğine eve yetişirdik”.

Rakı kokusuyla büyüdüğümü söylesem hiç de yalan olmaz. Kalabalık ailemizin büyüklüğü bir pinpong masasına yakın devasa masasından rakı ancak Ramazanda eksik olurdu. Namazını ihmal etmeyen dedem yatsıyı belli ki kazaya bırakırdı. Günlük olaylar ve eski günlerden söz ederek tadında bırakılarak içilen sofradaki erkeklere sık sık babanem de katılırdı. Bazı akşamlar coşulur hicaz faslı geçilir. Sesi ve coşkusu müsait olanlar solo yapardı. Dedemiz, Yesari Asım’ın, Fağrir Olmam Meşrebi Rindaneden şarkısına titrek bir sesle giriş yapar, davudi sesli babam bayrağı devralarak amcalarımın ve gelinlerin katılımıyla şarkıyı üstüne basa basa söyler, ardından bir köçekçeye geçilir, annem mahir bir şekilde çiftetelli oynar, uykusu gelen çocukların mahmur bakışları sönene kadar gece devam ederdi. Ailemizde rakı içmek neredeyse erdemli bir davranış olarak kabul görürdü. Yaşımız büyüyüp laftan anlayacak, rakıyı tadacak vakte geldiğimizde, bu zevki bir sınava dönüştüren rakı adabının kurallarını dinleyerek ilk deneyimlerimizi yaşadık. Küçük yudumlarla içilecek, mideyi bozmamak için az yenilecek, politika ve özel meseleler konuşulmayacak, nazik ve mültefit olunacak, ağız bozulmayacak, şaka tadında kalacak, özel günlerin dışında iki dubleden fazla içilmeyecek, teklif edilecek ama ısrar edilmeyecek, masaya oturduğun gibi kalkılıp gidilecek vs. Bu prensiplerin içinde en kıymetli olanı uzun sohbet gecelerinde adeta demlenmek için oturulan masaların adabıydı. Dedem bir bağ evinde veya bir bahçede kurulan bu meclislerden bahsetmişti. Bazı zamanlar bu masalar üç gün üç gece kalkmaz uykusu gelen sessizce ortadan kaybolur, uyandığında tekrar masaya dönermiş. Bu maraton sırasında rakı galip gelip baş dönmesi veya benzeri bir rahatsızlık verdiğinde uygulanan bir prensip varmış; yarım saat kadar bir süre için kadehi sadece dudağa değdirerek masadakilere eşlik etmek. Yemeden içmeden verilen bu küçük mola denerseniz mucizevi bir sonuç verecektir.

Erbabı bilir; rakı içmek ve rakıyla birlikte yenilecek şeyleri seçmek bir bilgi ve tecrübe gerektirir. Rakıya beyaz peynir ve kavun ile başlamak seçkinlere has bir davranıştır. Peynir karaciğeri, kavunsa rakıyı şereflendirir. Şimdilerde garsonların DSP diye espiri yaparak tavsiye ettikleri domates, salatlık, peynir üçlüsü pek rağbet görüyor. Çiroz, tütün balığı, tuzlu balık, lakerda gibi balık mezeleri ancak gurmeler tarafından biliniyor. Midye, sakın alınmasınlar, Mardin baharat zevkiyle dolma yapılıyor. Midye tava çok ender kaliteli olarak sofraya geliyor. Midye salatası ise neredeyse unutulmuştur. Bu ince lezzetler yerini yoğurt ve patlıcan mezelerine esasen de Güneyli mezelere terk etmiştir. Çiğ köfte, içli köfte, Antep ezme, haydari; Ege rakı masalarına hakim durumdadır. Unutulanlardan biri de paşa mezesidir. Paşa mezesi kopanisti peyniri, kekik, nane ve yoğurdun karışımıdır. Zeytin yağı eklenerek servis edilen bu meze rakıya pek yakışır. Kopanisti nedir diye soracak olursanız; Çeşme’de birkaç meraklının canlandırmaya çalıştığı eski bir peynir geleneğidir. Koyun ve keçi lorunun mevsiminde ve poyraz eserken günlerce yoğrulup dinlendirilmesiyle elde edilen acımtrak bir peynirdir. Karaburun’da da kopanisti üretiliyor. Hakikisini bulmak biraz zor ve yazın satın aldığınız kopanistinin, gerçek kıvamına erişmesi için en az altı ay bekletmenizi tavsiye ederim.

Son söz olarak; günümüzde “kafayı bulmak” hepimiz tarafından pek normal karşılanıyorsa da yine de bu durumun sonuçları hiç birimizin tercih edeceği bir şey değildir. Vaktiyle akşamcıların ,şimdi revaçta olduğu gibi, günün stresinden uzaklaşmak ve rahatlamak için içmediklerini bilense pek azdır. Gün batımından sonra en fazla bir karafaki rakı içmek için, akşamcılar bir mazeret aramazlar. Bu alışkanlık onların stilidir. Rahatlamak için değil derinleşmek, anılara, hülyaya dalmak, günlük hayatın düşük zaruretlerinden farklı bir zaman dilimi yaşamak için içerlerdi. Belki de asıl mesaileri buydu.

Modern hayatın kadehleri ortadan kaldırıp limonata bardaklarıyla rakı servisini Batılılaştırdığına dikkat edersek; sonuçta tek ve duble ölçülerinin getirilmesi ve bu faaliyetin meyhanelerden restoranlara ve hatta barlara taşıması süreci de açıklanır. Bu yaklaşım aynı zamanda yeni neslin rakı içmeyi nostaljik bir faaliyet olarak nasıl özel bir yere taşıdığını da açıklıyor ve neden rakı içmenin becerilemediğini de. Mesela rakı içmeye davet ettiğim bir çok genç illa ki Türk müziği dinleyerek içmek gerektiğini söylüyor. Oysa erbabı bilir ki rakı içmek sohbetle manalıdır. Sohbetin ardından Chopin veya Münir Nurettin dinlemek zamanın akışına bırakılsa daha iyi sonuç verir.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Protest O!

Bana kardeşim kadar yakın ve kardeşim kadar da beni üzen bir şey var: İzmir.

Perihan Mağden son zamanlarda İzmirliler'e verip veriştiriyor ya ona hak veriyorum. Bu gündelik hayat filozofu olan asabi insana sevgim çok, saygım daha da fazladır. Biliyorum ki onun İzmir cemaatine kızgınlığının temelinde "dağın fare doğurması"ından doğan bir hayal kırıklığı var.

Cumhuriyet Mitinglerinde katılım rekorları kıran İzmir manzarası, bayraklarla kırmızıya boyanan körfez ve Prof. kadınların darbe istemez(!) darbeci hevesleri, elbete Perihan Mağden'in Türkçe'sine meczup bir delifişeklik olarak yansıyan duruşunu tahrik etti. Ben O'na hak verenlerdenim. Müsaade edin onun gibi söyleyeyim: Darbe dubarası istemiyorum.
Darbe istemez numarasını da yutmuyorum, evvelallah.

Hani "İzmir Kadınların Şehr"iydi... Hani sol'un kalesiydi...Bir özgürlük efsanesiydi... Sivil ve anarşistti. İşte hepsinin medya efsanesi olduğunu itiraf etmemiz için bir fırsat kapımızda: Rum geleneği olduğu için milliyetçi histeri ile yıklılan kagir binaların hesabını veriniz. Belediye Başkanı seçilmek için Mardin lobisine hoş görünmek zorunda olmayı açıklayınız. vs... vs...

Ekrem Demirtaş'ın (kendisiyle hiç bir yakınlığım yoktur) Şehri marka yapma çalışmasına ve logo tercihlerine itiraz eden Reklamcı İzmirliler'e bir sorum var, soruyorum: İzmir Festivali'nin "Sanata Doyacağız" sloganı vesilesi ile fotoğrafı yayınlanan "yengen" kumru sizi hiç rahatsız etmedi mi? Bu üçüncü sınıf şarküteri ürünleri ile hazırlanan "Kumru" mu festivali temsil edecek? Bu "Kumru" efsanesi de ne oluyor? Vaktiyle İstanbul'daki lahmacun istilasına alternatif olan "İzmir sandvici" büfelerin kapanması sonucunda ortadan kalktı. Yerine Çeşme Kumrusu mu gelecek! Gelsin de "Sanat"a bununla mı doyacağız. Teessüf ederim.

Meraklısına not: Kumru nohut mayası ile yapılan bir çörektir. Bu hali ile oldukça lezzetlidir. Sevgi dolu olsa gerek "kumru" adını almıştır. 60'lı yıllarda kumru içine sadece domates koyularak gayet Akdeniz'li bir atıştırmalık olarak satılırdı.

29 Haziran 2008 Pazar

BENDEN SONRA TUFAN




Keçi ayaklı olmak istemeyenlere...

Alışır gibi olduk! Sıradanlaşmak üzere çünkü… Her yıl kasırgaların ve sel felaketlerinin hayattan alıp götürdüğü insanların sayısı on binleri aşıyor. Küresel ısınmanın, iklim değişikliklerinin bir sonucu olarak kabul edilen afetler için yardım kampanyaları düzenleniyor ve hükümetler yeniden inşa süreci için organize oluyorlar. Bu tufanların dünyamızdan alıp götürdüğü insanların ölümü kadar yürek sızlatıcı olansa; geride kalanların durumu değil mi? Tasvir etmeye dayanamayacağım kadar acı bir durum. Ancak bir natüralist buna teşebbüs edebilir. New Orleans örneğinde olduğu gibi felakete maruz kalan insanlar toplumdışı veya ikinci sınıf oldukları için bu yardımların bir şekilde aksaması söz konusu olabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Myanmar’da olduğu gibi açıklanmayan nedenlerle ve anlaşılamaz bir biçimde yardımları kabul etmeyen bir yönetim anlayışıyla da karşılaşabiliyoruz.

Şurası bir gerçek ki egemenlik sınırları geniş veya dar olsun; dünya yöneticileri hiç de insanlığın hayrına davranmıyorlar. Devlet başkanı, ordu komutanı, şirket başkanı, bilim adamı veya aile reisi olarak erk sahibi olanlar çoğunlukla iktidar güdülerine, kusursuz egemenlik arzusuna gem vurmayı hemen hemen hiç akla getirmiyor. Bu şaşkınlık uyandıran durumun baş aktörlerinin duruşuna bakalım: Kadın veya erkek, yaşlı veya genç olmak, yoksul veya varlıklı bir geçmişe ait olmak iktidardakilerin nüfuz etme ve güç kazanma isteğine farklı yorumlar getirmeleri için bir sebep teşkil etmiyor. Bu insanın negatif bir tezahürü olmalı; iktidarda olmaktan doğan güç ve bu gücün sınırlarını zorlamak hakkını kendinde görmek.

Meseleye muhalifler açısından bakalım: 19. yy.lın son döneminden başlayarak 1980’lere kadar iktidarlar Marksist argümanlar vasıtasıyla entelektüel düzeyde eleştiriliyordu. Marksist ve sosyalist yaklaşım başka bir dünya öneriyordu. Sosyal adalet ve kişi hakları savunuluyordu ve bir barış hayalinden söz ediliyordu. Sol muhalefet yaygın bir tutum halini almamış olmasına rağmen izlenen ve dikkate değer bir yanı taşıyordu. Çalışan insanlar ve entelektüeller için bir ışıktı. Başkalarının hakkını savunmayı öneriyordu. Bir etik parametre sunarak siyasi uygulamaları ve yaklaşımları denetliyordu. Bu muhalefet anlayışı dünya dengeleri için neredeyse biricik muhalif referans noktasını oluşturuyordu. Aynı şeyi o zamanlar sosyalist ülkelerin pek çoğunda iktidar olan çevreler için söylemek mümkün değilse de muhalif çevreler için, daha iyi bir dünya hayalinin referansı sosyal ilkelerle hareket etmekti.

Doğu bloğu ülkelerinin devletçi ve merkeziyetçi yönetiminin de sosyalizmin negatif tezahürü olarak kabul edersek; kaynaklarını ve insani potansiyelini hırçın bir kamplaşmada telef eden bu zihniyetin, başardıkları başaramadığından azdır. Hedeften şaşmış bir mermi gibi bürokrasi ve militarizmin yükselişine isabet etmiştir. Demir perdede sistem neredeyse pes edip bir başkaldırı dalgasıyla kaosa sürüklendi. Sözü uzatmadan söylemek isterim ki bu gelişme; 90’lardan itibaren Batı Demokrasilerinin temelini teşkil eden sosyalist argümanlarla yüklü muhalif zihniyetin dünyadaki prestijinin sorgulanmasına yol açtı. Sosyal adalet talebinin yerini milliyetçi, etnik ve dini eğilimler aldı. Bu gelişme muhalifler açısından pusulanın şaşması olarak kabul edilmelidir.

Ekonomik zaruretlerin derhal hallolması talebinin şemsiyesi altında fokur fokur kaynayan milliyetçi, dini ve etnik taleplerin artması ve böylece farklı bir etiğin veya etiksizliğin meşrulaşması dönemine girildi. Altüst olan değerlerin yarattığı kaos ortamı ve her türlü eğilimin en radikal tarzı ile karşı karşıya kalmamıza sebep oldu. İşgaller normalleşti, katliamlar sıradanlaştı, insanları bir arada tutan ilkelerin sınırları daraldı. Dünya şirketlerin çıkarlarına hizmet eden bir sahaya dönüştü. Küreselleşmenin köklerini sağlamlaştırdığı bir münbit bir topraktan söz ediyoruz.

“Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin bozulmuş olduğunu gördü çünkü insanlar yoldan çıkmıştı” (Tekvin 6). Tevrat’ın Tekvin bölümünde (6-10) anlatılan Nuh ve Tufan öyküsü Kur’an-ı Kerim’in Nuh suresinde de hemen hemen aynı şekilde yer alır. Yalnız Tevrat’taki hikayeye ek olarak Nuh Peygamberin uyarılarına kulak asmayan insanlardan şikayetleri ve onların cezalandırılması konusundaki talepleri de dile getirilir: Nuh dedi ki: “Yarab! Malumun, onlar bana isyan ettiler ve malı ve veledi kendisine hasardan başka bir şey arttırmayan kimsenin ardınca gittiler ve büyük bir mekre giriştiler ve sakın ilahlarınızı bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne de Yeğus’u ve Yeğuk’u ve Nesr’i dediler ve çoğunu şaşırttılar. Sen de zalimleri arttırma, ancak şaşkınlıkça arttır! (Nuh suresi 21-24) Ve yine; “Nuh demişti ki: Yarab! Bırakma yeryüzünde kafirlerden bir deyyar, zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarıyorlar ve nankör facirden başka da doğurmuyorlar. Yarab! Mağfiret buyur bana ve babama, anama, mü’min olarak evime girene ve bütün müminin ve müminata! Zalimleri ise arttırma, ancak helakça arttır” (Nuh Suresi 26-28)


Meseleye şu açıdan bakmamız ilginç olacaktır: Tevrat’tan yukarıda yaptığım alıntıda “Her şeyin bozulmuş olduğu” ifadesi ile bu gün dünyamızda tarımsal üretim sürecinde uygulanan gübreleme ve ilaçlama yöntemleri, bitkilerin verimini arttırmak için kullanılan hormonlar ve genetik müdahaleler arasında ilişki kurmayı öneriyorum. Aynı şekilde Kur’an’daki, “malı ve veledi kendisine hasardan başka bir şey arttırmayan” ibaresi de bu şekilde okunabilir.

Bugün dünyada bir bozulmadan söz edeceksek bunu özellikle medyanın tarzı ve tercihleri ile açıklamak zorundayız. Mesela genetik manipülasyon bilimin zaferi olarak lanse ediliyor. Hayvan ve bitkilerin ilaçlar ve hormonsal müdahalelerle zararlı hale gelip gelmediği ancak ileri demokrasilerde, yani dünyanın çoğunluğuna uzak olan bir yerde tartışılıyor. Bizim de içinde bulunduğumuz birçok ülkede, bu uygulamalara karşı olan uzmanların sesini duymak nedeyse imkansız. Ne yazıktır medyada haber yaptırmak da artık bir propaganda ve pazarlama yöntemi olarak kullanılıyor. Medya bir uyarıcı ve uygulamaları eleştiren bir sosyal kurum olma niteliğini büyük ölçüde yitirdi. Bunun anlamı kamuoyunun manipüle edilmesi değil midir?

Kamuoyunun bilgilenme hakkının kısıtlı olması, toplumun muhalif eleştirilerden haberdar olamaması: Kısaca, genetik manipülasyonun, “engellenemez bir mutasyona sebep olabilecek” bir potansiyel taşıyor olması, çok sınırlı topluluklar tarafından dikkate alınıyor. Çok şükür (veya ne yazık ki ) henüz bu alanda bir veriye, bir sonuca sahip değiliz. Sonuçta genetik mühendisliği konusundaki araştırmaların global şirketler vasıtasıyla ve şirketleşmiş enstitülerin sağladığı imkanlarla yapıldığını dikkate alacak olursak: Etik açıdan genetik müdahalelere karşı olanların bir muhatap bulmak veya bu olguyu protesto etmek imkanının nasıl da kendiliğinden kısıtlandığını açıklayabiliriz. Ayrıca kuraklık ve bundan doğan açlık sorunu ile on yıllardır acı çeken Afrika örneğinde olduğu gibi bu araştırmaları heyecanla tasvip eden görece haklı taraftarlar da var. Zenginleşmeyi ve refaha ulaşmayı bilimsel araştırmaları ithal ederek sağlamaya çalışan ülkelerde ise (ve Türkiye’de de) bu uyarıların hiç dikkate alınmadığını gözlemek çok kolay. Bazı bilim adamlarının, din adamlarının (mesela Papa), etikçilerin uyarılarına rağmen genetik manipülasyon konusunda yapılan çalışmaların, zevkli ve belki de tehlikeli olduğu için zevkli olan bir oyun gibi sürdürüldüğünden de haberdarız. Bu mesele sadece bir görüş ayrılığı ile açıklanamayacak kadar bilinmezlik taşıyor. Geçmişte, genetik müdahale uygulamalarından önceki aşamada, birçok farmakolojik ve kimyasal skandal yaşandı. Çare ve umut olarak kullanılan birçok etken maddenin, global üretici firmaların karlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadığını birçok acı tecrübe ile öğrendik. Bu maddelerin sakat bıraktığı ve hayatını elinden aldığı pek çok insanın hikayesini duyduk. Şimdi genetik oyunların sonucunu bekliyoruz.

Manzara şu; bir taraftan doğal doku ve hayat tahrip ediliyor. Bazı canlı türlerinin yok olmasına kayıtsız kalınıyor. Diğer yandan klonlama çalışmaları reklam ediliyor. Hannah Arendt 20.yy insanının ölümsüzlük arayışı içinde olabileceğini düşünmenin yersiz olduğunu söylemişti. Arendt, artık insanın ölümlülüğünü bir vakıa olarak kabul edilecek bilinç düzeyine geldiğini söylerken çok mu iyimserdi acaba? Bu konuyu bir parça olsun düşünmek gerekiyor. Ölümsüzlük peşinde olan bir zihniyet dünyası gerçekten yok mu? Kulağı delik olan herkes insan klonlandığı dedikodusunu duymuştur. Kayıp Çocuklar Şehri (La Cite des Enfands Perdus, Marc Caro/Jean-Pierre Jenuet, 1995) filminde ironik bir biçimde rüya göremeyen kopyaların arasında geçen diyaloglar geliyor ister istemez aklıma. Bu filmde dahiayne bir buluşla klonlanmış insanların rüya görememesi metaforu kullanılmıştı. Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı süreçleri olmayan bir insan hayal etmek oldukça ürkütücü. Köpeğim Fidel hayatta iken ara sıra rüya görür, uykusunda havlar ve yattığı yere koşuyormuşçasına ayaklarını savururdu!

Gılgamış Destanında geçen tufan öyküsü ise birçok araştırmacının merakını tetiklemiş ve Mezopotamya’da araştırmalar yapılmış, Tufanın izlerine de rastlanmıştır. Tesadüfün bir cilvesi olmasın; Tufandan söz eden bu mitolojik hikaye, aynı zamanda ölümsüzlük arzusundan da söz eder. Gılgamış biricik dostu Endiku’nun ölümünden sonra çok yıkılır. Ölüm olgusuna başkaldırır ve rivayet edilen ölümsüzlük otunun peşine düşer. Otu bulur da. Ancak bu otu bir yılanın yemesine de engel olamaz. Bu olaydan sonra ölümsüzlüğün dünyada iyi bir ad bırakmak olduğuna karar verir. Ölümsüzlük arayışından vazgeçer.

Fantezi: Gılgamış’ın ele geçirdiği ölümsüzlük otunu çalan yılan, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına sebep olan yılanla ilişkili olabilir mi? Bunu düşünmeliyiz. Destanlarda ibret verici kıssalar daima vardır.

Konumuza dönersek, dünya giderek sıradan, kendi küçük hayatlarını yaşayan insanlara pek de imkan tanımayan bir mecrada ilerliyor. Teknoloji yaratmayan ve bu yolla güç ve servet edinmeyen ülkelerin halkları; sistemin yürümesi için enerji üreten yakıtlar olarak köleliğe mahkum edilmişlerdir. Bu köle hayatı; az ücretle güvencesiz çalışmak, bedenini satarak yaşamak, kapalı aile ve toplum içinde (başta cinsel taciz) her türlü istismarın nesnesi olmak, bilimsel araştırmalarda kobay olarak kullanılmak, açlığa mahkum çocukların anne babaları olarak hayat sürmek zaruretiyle maruftur.

Zenginlik ve iktidar hırsını, dünyadaki gıda üretme potansiyelinin yakında insanlara yeterli olamayacağı teorisiyle besleyen malum zihniyet, masumiyet perdesinin altında neler yapıyor bir parça hatırlayalım: Bitkilerin genetiği ile oynayarak dayanıklılığı yani raf ömrü artıyor ve dolayısıyla ticaret kapasitesi arttırılıyor. Bitkilerin genetiği, tohum tröstlerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde çekirdeksiz ve tohumsuz meyveler oluşması yönünde yine bozuluyor. Fosfatın aşırı kullanımı ile bedenlerimiz kirleniyor. Hormon destekli üretim çılgınlığı ile dünyadaki temiz toprak giderek azalıyor. Bu müdahalelerin insanlarda yaratacağı etkiler biliniyor mu? Biliniyor, mu bilinmiyor mu emin olamayız. Benzer yöntemlerin hayvancılık sektöründe de uygulandığını ne yazık ki biliyoruz.

Bir yandan da düşünmeye çalışırsak acaba insanın dünyadaki varlığının sürmesine imkan veren nedir? Hayatın sürmesine imkan veren en önemli etken sevgidir. İnsan bizzat kendisine ve kendisine yarar sağlayan her şeye sevgi ile bağlanır. Varlığın temelindeki sevgi; türlerin üremesine, yeni nesillerin şefkat ve özenle yetiştirilmesine imkan verir. Dünyanın efendisi olan insanın tercihleri, maddelerin, (ve coğrafyanın) hayvanların ve bitkilerin de varlık koşullarını belirliyor. İhtiyaç sahasını giderek genişleten seçkin bir azınlığın emrindeki dünya hayatı, yine bu seçkin azınlığın iradesiyle şekillenmektedir. Bu azınlığın tercihleri digerkamlığı terk ederek; diğer varlıkların yaşamlarını tehdit edecek şekilde ortamı kendine, sadece ailesine, sadece mensup olduğu cemaate vb. yarar sağlayacak şekilde dönüştürdükçe ne olacaktır? Yavaş yavaş bütün ötekiler yok mu olacak; bitkiler, hayvanlar ve öteki insanlar.

Bu durumun nedenini bir de, dünya sakinleri içinde sadece insana has olan, seçme özgürlüğü; özgür irade kavramıyla tespit edelim. Özgür irade, insanın kendi seçimleri yoluyla, dünya hayatını kendisi ve başkaları açısından değiştirme ve dönüştürme yetkisine sahip olmasıdır. İnsan bu özelliğini yetki ve sorumluluk dengesi içinde sürdürdükçe kişisel hayatı ve buna bağlı olarak yakın çevresi ve giderek onu çevreleyen dünya için bir sorun yoktur. Madde, nebat ve hayvan için bu akış, yumuşak değişimler çerçevesinde, sorunsuzca sürüp gidiyor. İnsan için öyle mi? Hayır, insan için bu akışı sağlamak bazı sorunlar taşımaktadır. Yine insana has olan bir şey; yetki ihlali! Bu ihlal Şeytan’ın kutsal kitaplarda nakledilen böbürlenmesine koşut olarak sürüp gitmektedir. Şeytan’ın Tanrı’nın emrine başkaldırarak insan önünde boyun eğmemesi nasıl ilahi iradeye bir başkaldırı ise; insanın da (sürgüne gönderildiği) dünyada kusursuz kozmik dengeye boyun eğmediği ve bu dengeye başkaldırması ile karşı karşıyayız. Kozmik dengeye başkaldırarak “Şeytan”laşan bir insanlık durumu…

İktidar arzusu ve onun gölgesinde yeşeren mesnetsiz bir rekabet anlayışı ile daima karşı karşıya olan dünya, insanlığın yıkıcı macerasını bu güne kadar taşıdı. Modern dünyanın, insana verdiği özgüven tabiata üstün gelme arzusunu aşırı boyutlara taşımış olabilir mi? Aynı arzu insanın varlığın nedenini sorgulamasını da engellemiyor mu? Sevgi ve inancın azalması sonucu, değerler sisteminin sarsılması gelecek nesillerin bekasını tehlikeye atmıyor mu? Bu meseleye fantastik bir tespitle noktayı koymak mümkün: Nuh Tufanı bugünküne benzer bir dönemin sonunda kopmuş olmasın!

Nuh Tufanının temsil ettiği kıssa; aslen hayat veren suyun aynı zamanda yok edici bir işlev yüklendiğini anlatır. Kutsal kitaplardaki vurguyla söyleyecek olursak “arındırıcı” bir işlevdir bu. Hali hazırda dünya adetlerinden biri olan, olan kanı kanla temizlenmek tutumuna da karşı gelen bir mecazdır bu! Dünyada yaygın bir tutum olsa da aslında kan asla kanla temizlenmez. Kan akıtmak, dönüşü olmayan bir biçimde masumiyetin yok olmasına sebep olur. Kutsal kitaplardaki diyaloglarda Nuh Peygamberin masum söylemi de bu manada dikkat çekicidir. Zaten gemiye masumları alarak kendini Tufanın koynuna bırakmış ve masumiyetini korumuştur.

Tevrat’ın Tekvin (6-10) bölümünde nakledilen öyküye göre; Tufandan sonra Tanrı, Nuh’a, “Artık insanlar senin soyundan üreyecek.” der ve dünya hayatı için yeni kurallar belirler. Bir daha insanları Tufan ile cezalandırmayacağını da söyler. Bu ahdinin nişanesi olarak da gökkuşağını göğe yerleştirir.

Güneşli günlerde yağan yağmurlardan sonra gök kuşağını görebildiğimiz her gün Tanrı’nın sözünde durduğunu düşünmememiz için bir sebep yoktur. Bu noktada iş gelip, insanın kendi ahdine sadık kalıp kalmadığı meselesine dayanıyor. Bu soruya olumlu bir cevap vermek neredeyse imkansızdır. Varlık bilincini etik değerlerle inşa etmeyen bir insanlık durumu durağındayız. Bu duraktan dünyadan “cennete” giden bir otobüs geçeceğini, ne yazık ki sanmıyorum. İnanç ve sevgiden beslenmeyen hiçbir bilinç durumu, insanın varlığının nedenini açıklayamaz. Varlığının nedenini anlamlandıramayan insan içinse çıkış yolu olarak, yıkıcı ve bozucu olmaktan başka bir yol görünmüyor.

13 Mayıs 2008 Salı

LEYLA GENCER'e VEDA


Leyla Gencer'i daha sesini duymadan tanıdım. Zeynep Oral'ın onun için yazdığı biyografik eseri okuduğumda ona sesini duymadan hayran oldum. Bazı insanların aurası engel tanımaz ve kanallarınızı açık bırakırsanız size ulaşırlar.

Leyla Hanımın fotoğrafını, onun kahraman fizyonomisini görmek, her gönlünü azat etmiş insan için ona aşık olma vesilesidir. Bu aşk onun varlığına tanıklık etmek ve dünyada olduğuna şükretmek düzeyinde bir maneviyat yükselmesinin sonucudur. Türkiye ne yazık ki duygusal haritasını kaybetmiş bir ülke. Duygusal derinliklerimizi hamasetin sığ sularında ziyan ettik. Bu felaket sadece bizim başımıza gelmedi diye avunsak da 21. asrın hakiki insanlara her çağdan fazla ihtiyaç duyduğunu söylemeden edemiyorum.

İşte Leyla Gencer hakiki bir insandı. Sanatına karşı duyduğu sorumluluk onu ülkesinden uzak yaşamaya mecbur bıraktı. Cuma günü küllerini çok sevdiği Boğaz'ın sularına serpeceğiz. Kalbim onunla olacak.

Yakılarak küle dönüşmek istemesini ise dünyaya karışıp gitmek arzusu, masum bir sanatçı kaprisi olarak başıma tacederim.

"Ona hakettiği değeri vermedik" diyenlere ise cevabım şudur: O meleklerle şarkı söylüyordu.

4 Mayıs 2008 Pazar

BİR ŞUURSUZLUK ANITI OLARAK TİTANİC


“Teknolojiye olan ilahi güvenin aldığı yara acısından bakıldığında bu felaket tarihin ciddi bir dönüm noktasıdır.”
Joseph Conrad

Titanic’in yapılma, yolculuk ve batış hikâyesi bir Yunan tragedyasını andıran dramatik öğe ve ibret öyküleriyle örülü. Daha esprili bir dille ifade edersek, “insanlığın şuursuzluk tarihi” diye tanımlanabilecek özel bölümünün en nadide parçalarından biri.
1900’lerin başında sanayi devriminin en ümit vadeden günlerini yaşayan Batı, doğaya meydan okuyabilir olmanın yolunu teknolojide bulduğunu düşünüyor ve zaferini taçlandırmanın sembolik yollarını arıyordu. Geminin mürettebatı tarafından ‘Tanrı’nın bile batıramayacağı gemi’ olarak nitelendirilen Titanic bu anlamda küstah ve azametli bir semboldü. 46 bin tonluk döneminin bu en heybetli transatlantiği 66.000 beygir gücüne sahip, saatte 23 deniz mili hız yapıyor, 16 fitten daha yüksek dev pervaneler gemiye normalin üzerinde bir hız katıyordu.
1912 yılının 10 Nisan günü İngiltere’nin Sout Hampton limanında ilk ve nihai yolculuğuna başlayan Titanic, 14 Nisan gecesi okyanusun karanlık sularına gömüldü. “White Star Line” şirketi tarafından yapılan gemi bir sanat eseri edasıyla tamamlanmış olarak 10 ay boyunca Wolf su havzalarında bekletilmişti. Şirketin sahibi tarafından sık sık bu havzada ziyaret edildiği ve bir kadeh şarap eşliğinde seyredildiğinden şüpheleniyorum.
Gemi 10 ay boyunca denize hasret bir şekilde öylece bekledi kucaklaşmanın katharsisini batma öncesinde gövdesine aldığı toplam 30.000 ton suyla yaşayacağından habersiz. Evet, o kadar büyüktü Titanic, bir o kadar da şaşalı. Birinci sınıf için bugünün parasıyla 50.000 dolar ödeyen yolcular kamara süitlerde şömineler ve tüttürebilecekleri Havana purolarına bile sahiptiler. Fakat batma sırasında güvertede 2800 kişi bulunmasına rağmen cankurtaran filikaları yalnızca 1.500 kişilik kapasiteye sahipti. Daha da enteresanı çarpışma sonrası denize indirilen filikalarda toplam 705 kişi bulunuyordu. Yani yeterince insan kurtulamamıştı. Teknolojik ilerlemeye duyulan kör güven insanları göz göre göre ölüme götürmüş, filikaların batmasından korktuğu için daha fazla yolcu almak istemeyen insanların bencilliği de kalanların icabına bakmıştı.

Titanic’de ölenlerin uzun süre kazayı ciddiye almadıkları, ikiye ayrılan güvertede kartopu oynayıp buz dağından fırlayan buzları şampanyalarına attıkları söylenir. Bu arada konuyla ilgili çekilen filmde çarpışma sırasında ısrarla müzik yapmayı sürdüren geminin müzik ekibinin hali hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor. Bunu anlattığımda Nusret Beyciğim eski tarihli bir yapımda güverte görevlilerinden birinin düşen şezlongları tekrar tekrar yerine koyduğu sahneyi hatırlatıp ekledi; “Sanki zengin bir aristokrat olmak ölmeye engelmiş gibi…”
Bir başka önemli faktör ve enteresan karakter ise böyle bir şaheseri kullanıyor olmaktan dolayı inanılmaz derecede gururlanan 62 yaşındaki Kaptan Smith. Kaptanın en büyük amacı perşembe günü New York Limanı’na varması beklenen gemiyi Salı günü limana vardırmak ve takdir kazanmaktır. Buz dağı fark edildiğinde isabetli bir manevra yapamamasına sebep olan bu deli hızın nedenini de buradan anlayabiliriz. Çünkü kaptan Smith’in egosunun acelesi vardır. Bağdat Caddesi Kompleksi olarak psikoloji literatürüne geçmesi beklenen durumun köklerinin çok eskilere dayandığını tahayyül edebiliriz sanıyorum.
Aynı Kaptan Smith tahmin edilebilir bir refleksle geminin batmayacağına olan inancı ve batıyor oluşunun getirdiği karmaşık ruh haliyle hiçbir zaman yolcularına gerçekten filikalara gitme emri vermemiş ve kurtulabilecekken birçok insanın onunla birlikte ölümüne sebep olmuştur. O da bu kadar kalabalık bir aristokrat kalabalığının aynı anda basit ve hiç de epik olmayan bir şekilde öylesine ölüvereceğine inanamamış olsa gerek... Bazı hikâyeler sonrasında filme çekilsin ve içindeki enigmatik karakterler iyi oyuncular tarafından oynansın diye gerçekleşir. Bu da Tanrının bize yaptığı bir tür Hollywood şakası sanırım.
Mutfağında en pahalı şefleri bulunduran geminin dürbünsüz ve ışıldaksız gözetleme kulesi elemanı Frederick Fleet 20 metre yükseklikte bulunduğu yerden buzdağını fark ettiğinde artık çok geçti. Durumu derhal aşağıya bildirdi, geminin rotası yana doğru kırıldı ama hızından dolayı buzdağından kaçılamadı.
Mühendislik şaheseri olarak nitelendirilen Titanic’in batması imkânsız olarak görülüyordu. Önden ve arkadan çarpmalarda bu çelik devasa gövde karşısında herhangi bir geminin ciddi hasar göreceği hesap ediliyordu. Bütün bunlar öngörülmüştü fakat oldukça basit olan bir gerçek, buz dağı öngörülmemişti. Buz dağı gemiyi bir bıçak gibi yandan 6 yerinden kesmiş, geminin altının tonlarca suyla dolması sonrası ikiye ayırılıp okyanusun dibini boylamasına sebep olmuştur.
Kaptan Smith gerçekten batacaklarına bir derece ikna olduğunda koşarak gittiği ilk kişi gemide yolculuk eden en nüfuzlu kişi olmuştu. John Jacop bu müstesna durumu gemideki diğer aristokratlarla da paylaşmıştı. Bu haber neden sadece birinci sınıf yolculara verildi, neden ikinci ve üçüncü mevki yolcuların bundan haberi olmadı hâlâ muamma (!) Bilinen o ki; ikinci ve üçüncü sınıf yolcuların çok sonraları kendiliğinden uyandığı. Bu yolcuların büyük bir kısmının 462 kamaralı bu dev yapıda güverteye giden labirentimsi koridorlarda kaybolduğu, çoğunluğu İngilizce konuşmayan insanlardan oluşan bu kalabalığın İngilizce işaretleri anlayamayıp yollarını bulamadığı biliniyor. Ayrıca bir şekilde yollarını bulanlarınsa bu mevkilerle güverteye giden geçitler arasındaki kapılar kilitlenerek engellendiği tutanaklara geçmiş.
Evet, Kaptan Smith durumun farkına vardı, haberleri uçurdu, kalabalığın bir kısmı SOS fişeklerinin de atılmasından sonra durumun vahametine iyice ikna oldu. Güvertede yaşanan filika kargaşası önce birinci sınıf yolcuların filikaya alınması ve ikinci, üçüncü sınıf yolcuların engellenmesiyle tam bir drama dönüşüyor. Ardından Smith’in “ kadınlar ve çocuklar” emri sonrası başka bir dram yaşanıyor. Geminin batmayacağına inandıkları için yerlerinin kocalarının yanı olduğunu düşünen birinci mevkiden kadınların ısrarı ve öncelik ötekilere verildiği için bekletilen üçüncü sınıftan kadınların gözleri önünde filikalar denize neredeyse boş indiriliyor.
Titanic alttan dolan suyun ağırlığıyla ortadan ikiye tam anlamıyla çatlamış ve güvertedekiler denize düşmeye başlamıştı. Denizin yüzü buz gibi suda çırpınan insanlarla doludur. Gemideki eşyalar ve bacalar sudakilerin üzerine düşmeye başlar. Çok geçmeden Titanic bütün bu kör inanç halkasına rağmen 70 derece açıyla okyanusun dibini “gerçekten” boylar.
Öte yandan filikadakiler boş yerleri olduğu halde sudaki insanları almayı istemiyorlar, filikalara tırmanmak isteyen güruhun onları da batıracağından korkuyorlardı. Sonraki tutanaklarda filikadakilerin suyun üzerindekilerin çığlıklarını duymamak için yüksek sesle tempo tutup şarkı söyledikleri yazılıdır. Suyun üzerindekilerin hayat belirtileri 1 saat sonra tamamen kesilir. Suda donanlarla ilgili ayrıntılar raporlarda dehşet verici olarak tanımlanmıştır.
Kurtarma gemisi, Titanic tamamen gözden kaybolduktan iki saat sonra olay yerine varabildi. Mürettebattan kişiler de dâhil olmak üzere toplam 705 kişi kurtarıldı. Bir o kadar da kurtarılabileceği halde yolcuların birçoğu suda donarak öldü.

Titanic adını da aldığı üzere gerçek bir modern zaman tragedyasıdır. İnsanoğluna dair bütün zaafları, zayıflıkları, kusurları bünyesinde toplayıp tek bir hikâyede görünür kılan nadir öykülerden biridir. Bu hikâyedeki esas karakter olan gemi bütün azameti ve büyük bir yenilmezlik inancıyla yola çıkıp sulara gömülür. Yan karakterlerden bazıları yani yolcular ise görünmezlik inancıyla suda çırpınanları arkalarında bırakır ve üzerlerine bir türkü yakar. Görünmezlik inancı da yenilmezlik inancı kadar korkunç olsa gerek, değil mi Fatma Abla?

KONUK YAZAR: HATİCE ÇAĞLAR

23 Nisan 2008 Çarşamba

DEMOKRAT MISINIZ? YADA…

12 Eylül faciasının yaralarının sarılması yolunda hiçbir çaba harcamayan politikacılarımız, parlamenterlerimiz, hukukçularımız, sosyologlarımız, akademisyenlerimiz, sendikacılarımız, ‘Burası Türkiye’ diye haber yapan gazetecilerimiz, ‘Bu ülkede yaşanmaz diye’ şikayetçi olan seçkinlerimiz.
Basın ve eğitim kurumlarının basmakalıp bir “idealistlik” çemberine alındığı uzun yıllar boyunca “ne bilmemiz gerekiyorsa” onu öğrendik, bazı başka şeyler öğrenip arada bir bu ülkenin insanları lafa da karıştı. Sesini yükseltenler oldu. Bedelini de ağır ödediler. Benzerlerinin en acımasızı olan 12 Eylül süreci de bizi bin bir zahmet el yordamıyla geldiğimiz yerden gerisin geri itti. Bu geri itmenin karakteri de artık, “Neyi konuşmamız isteniyorsa onu konuşmak” olarak tanımlanabilir. Yukarıda tek tek sıraladığım okur yazar insanların, hepsine aydın diyelim, baskı dönemlerine fazla uyumlu bir yol izlediklerinden kuşku yok. Susmaya koşullanmış, depolitize olmuş bir toplumun “farz edilen” veya konumlandırılmış nabzına göre şerbet vererek suya sabuna dokunmadan yazmak, çizmek, konuşmakla varılan yer işte bu içinde bulunduğumuz durum.

Sosyolog Profesör Hanımefendi Cumhuriyet mitinginde, ‘Küreselleşmeye Karşıyız’ diye bağırıyordunuz. Sizinle hemfikirim doğrusu nihayet bir konuda konuşabiliriz. Öneriniz nedir? Bu işler Durkheim Sosyolojisi okutmakla olmuyor. Voltaire ve J. J. Rousseau’dan ithal edilen argümanlar da artık çılgın dünyamızın ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Siz Ettien Balibar’ı okudunuz mu, Bir makale yazdınız mı Althusser’i eleştiren… belki Baudrillard’ı bile dikkate almadınız. Ortaçağ karanlığından söz ediyorsunuz. Farkında mısınız, işler Martin Luter’in zamanındaki gibi değil artık. Ortaçağ karanlığı yıkan Protestan ahlakı bu gün, Bush vasıtasıyla, ‘Hz. İsa’dan cevaz aldım’ diyerek dünyayı cehenneme çeviriyor. Bu konuda bir paragraf yazdınız mı “cahil halkımızı” aydınlatacak. Söz söylemek emek ister, bir tusinami gibi dünyanın üzerine çöken küreselleşme dalgası her halde sizin bir sözünüzle durmaz. Küreselleşme karşıtları iğneyle kuyu kazar gibi sosyal projelerle ilgileniyorlar. Gönüllülük esasında faaliyet gösteren nice insanlar para ve iktidar hırsını bir tarafa bırakmış çalışıyorlar. Alternatif bir hayat için kafa yoruyorlar.

Nedenini tam belirtmediniz ama öğrendik ki AB’ye de karşıymışsınız. Beğenmediğiniz AB’nin ideologları bilmelisiniz ki tartışarak ve ciddi referanslarla hareket ediyorlar. Onlarla tartışmak için onların hareket noktaları konusunda biraz olsun bilgili olmak gerekiyor sanırım. Ya da yepyeni bir görüş ileri sürmek size kaldıysa, bunun dikkat çekici bir dayanağı olması gerekmiyor mu?

Yine size sorayım: Öğrencilik yıllarınızda Trabzon’da köylerde araştırma yaparken hüsnü kabul görmüşsünüz. Muhafazakarlık artınca tacizler de arttı anlaşılan. Aile içi şiddete, kadına yönelik şiddete AKP muhafazakarlığından dayanak bulmak kolaycılığı ne denli bilimsel acaba? Müfredat düzenine indirgenen, öğretim kurumu olmaktan çıkıp eğitim kurumu hüviyeti kazanan üniversitelerimizdeki araştırmalardan mı bu sonucu çıkardınız? Toplumdaki muhafazakarlığın artmasının nedenlerini araştırmak zülfü yare dokunmasın? YÖK uygulamaları sonucunda, akademik özelliği olması gerektiği neredeyse unutturulan üniversitelerimizdeki durumu biliyorduk ama bu kadar ucuz yorumlar yapılabileceğini şimdi sayenizde öğrendik.

Bugünkü Ulusalcıların ağabeyleri olan Kemalist-solcu aydınlarımız gerici, ve bir şekilde de hain diye niteledikleri Demokrat Parti iktidara gelene kadar her şeyin yolunda olduğunu söyleye geldiler. O günden sonra cahil halkın oyları ile iktidara gelen DP’nin bütün planları bozduğu ve ülkeyi ülkülerinden kopardığı tezine sarıldılar. Yıllarca bu teraneyi dinledik. Yazdılar okuduk. Ama Kemalizm ilkelerin ışığında ne bir program ne de bir öneri gündeme geldi. Gündeme gelen “Asker gelsin daha iyisi yok.” fısıltısının köy kahvelerinin sıradan söylemi olmaktan çıkıp örtülü bir arzuya dönüşmesidir. 12 Eylül Paşaları Atatürkçüyüz diyerek, temellerini baskı yöntemlerinden alan uygulamalardan sonra köşelerine çekildiler. Evren Paşa “Bugün olsa yine yapardım!” dediğinde ise bundan rahatsız olanların sesi duyulmadı bile. Fikir ve düşünce faaliyetlerini kendi uygun gördüğü sınırlara hapseden bu sisteme muhalif olanların hayalci ve romantik olarak tanımlanıp kaale alınmadığı ortadadır. Bu sistem, kamplaşmalardan beslenen yeni aktörler de yarattı tabiatıyla. Bu aktörler içinde kendisini en erdemli yere koyan Ulusalcıların yarattığı laiklik krizi ülke sorunlarını aşan bir cesametle gündeme oturdu. İrticacı olarak niteledikleri siyasi oluşumları takiye yaptıkları teziyle suçlayan bu insanlar kendi dayanaklarının sorgulanmasına izin vermiyorlar. Asıl olan, olması gereken, mensubu olunacak biricik görüş onlarınki çünkü referanslarını Kemalizm’den alıyorlar. Demokrasi hedefinin adeta bir sonraki darbeden sonraya ertelendiği bir çizgide hareket ettiklerine bakınca da akla gelen bir Kemalizm takiyesi ile karşı karşıya olup olmadığımızdır. Nadir Nadi’nin İsyanını hatırlatan bir durum: “Ben Atatürkçü değilim.”

Demokrasinin bu topraklara çok görülmesinin en kırıcı süreci 1960 yılında başladı. Gündemi laiklik sorunuyla sınırlayan söylemin aciliyet taşıyan sorunlar üzerine hiçbir öneride bulunmuyor olması da elde olmadan yine bir kırılma noktasında olduğumuzu hatırlatıyor. Gönül isterdi ki; Türkiye için elzem olan laikliğin korunması mücadelesi siyasi öneriler ve etkin bir muhalefetle çözülsün. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere AKP’ye karşı çıkan muhalifler hali hazırda sistemli bir öneri paketi sunmadılar. Korkarım böyle bir program da yok. AKP’yi kararnamedeki sağlam olabilecek delillere rağmen bir nebze haklı gösteren şey de bu önerisizliktir. Ayrıca da sormak isterim: Demokrasiyi kırıp geçen büyüklü küçüklü askeri müdahalelere diyelim ki baskı altında olduğunuz için sesinizi çıkaramadınız. Peki şimdi demokratik açılımlar açısından bir ümit ışığı olarak görülen, Avrupa Birliği müzakerelerine eleştirel bir katkı sağlamak neden aklınıza gelmiyor? AKP’nin bu konuda sizin de katkılarınızla başarılı olup sonsuz iktidar hakkını elde etmesinden mi korkuyorsunuz? AB üyeliğine gerçekten karşı iseniz seçmenleri tatmin edecek demokratik ve reformist bir program sunmanız gerekmez mi? Avrupa kapısında bekletilme meselesinde gurur incinmesinden muzdarip olmaktan başka (sadece) duygulara hitap etmeyen reel bir söyleme ihtiyacınız yok mu? Komitacı muhalefet anlayışının sonuçlarıyla bir ekonomik krizin eşiğindeki dünya konjonktüründe Türkiye’nin risklerini arttırmıyor musunuz?

Solcu Paşalardan medet umulan günler benim hatırımda, ‘CHP’li Baba’ lardan sempatiyle söz edildiğini de sizin unutmanız mümkün değildir. Ama demokrasi adına kafa yoran insanları liberal, sağcı, İkinci Cumhuriyetçi diye karalayarak tek sesliliği talep ediyorsunuz. Bu ülke yıllardır kötü yönetiliyor. Sizin iktidara talip bir reform öneriniz var mı? Yıllarca size gönül veren, sizinle aynı görüşü paylaşan, sözünüzden çıkmayan, Cumhuriyetin bekasını kendi çıkarlarının önünde gören, modern ve laik Cumhuriyet yanlısı insanların görüş ve düşüncelerine hiçbir katkı sağladınız mı? İlerici-gerici ile başlayan söyleminiz bugün laik- dinci ikilemine ulaştı. Laiklik kavramına yapılan katkıları da elinizin tersiyle ittiniz. Bu ülkedeki insanların laikliğin ne olması gerektiğini tartışmaları ne kadar da imkansız görmüyor musunuz? Kusura bakmayın siz değişmezlik seviyorsunuz, farklı olanı sevmiyorsunuz, kendi görüşünüzden başka bakış açısına tahammülünüz yok. Hiç de demokrat değilsiniz.

17 Nisan 2008 Perşembe

PİPPA BACCA’ya MEKTUP


Kaybolduğunu öğrendiğim ilk günden beri senin hikayenle ilgileniyorum. Bu hazin son yerine yoluna bir şekilde devam ediyor olmanı içten içe diledim. Sonunda kötü haber geldi. Senin kadar güzel ve sevimli bir insanın başına gelenler çok üzücü. Çok üzgünüm. Televizyonlarda ve gazetelerde hep senden ve ailenden bahsediyorlar. Hemen hepsi başına gelenden dolayı utanç duyduklarını söylüyor. Bense utanç duymayı reddediyorum çünkü sena tecavüz eden ve sonra da canına kıyan adamla aynı zihniyete mensup değilim. Bilmelisin ki ona çok kızgınım. Orhan Pamuk gibi her şeye ve herkese kızan birisi de değilim aslında. Türkiye’de derdini reklam spotlarıyla anlatmak gibi bir huy arız oldu. Her ne kadar Nobel ödülü almış olsa da; onu tebrik ederim ama taktir edemeyeceğim. O herkese kızıyor bense üzüntü duyuyorum aramızda böyle bir fark var.

Utanç, pasif ve çaresiz bir duruşun, aczin bir ifadesi değil midir? Türkiye’de ise aciz olmayanlar utanç duyduklarını söylüyorlar. İşleri güçleri var, iyi giyiniyorlar, aileleri var, ikballeri tehlikede değil ama utanç duyduklarını söylüyorlar. Neden biliyor musun; çünkü işlerini hakkıyla yapmıyorlar. Tembel ve eyyamcı bir söylemle sadece büyük laflar etmekle; öfke gösterileri, içi boş sözler ve yaygaracı bir tepkisellikle yerlerini korumak derdindeler. Bir ilkokul öğrencisinin tahrir ödevi kadar sıradan ama asla onun kadar samimi olmayan bir söylemden söz ediyorum. Ben işte bu yüzden utanmayı reddediyorum.

Pippa, senden önce başka insanlarımız da öldü. Sadece Ermeni bir gazeteci olduğu için Hrant Dink öldürüldü. Ondan önce papaz olduğu için Rahip Santoro öldü, misyoner diye boğazı kesilenler oldu. Buna gerçekten üzülenler, bunu makul bulanlar, bunu engellenemez bulanlar utanç duyduklarını söylüyorlar. Çaresiz mi kaldılar? Hayır, bunun çaresiz olmakla bir ilgisi yok. İflas etmiş bir paradigmanın dışına çıkamazlar! Bunu alt kültürlerin yapmasını bekliyorlar. Altkültür zihniyeti senin sonunu noktalayınca da utanıyorlar. Bir yoksulun kirli giysisinden, bir açın açgözlülüğünden, bir cahilin öfkesinin sonucundan utanmasını anlarsın değil mi? Ben onların utancını anlayamıyorum.
Ben ne servet düşmanıyım Pippa ne de kimsenin mevkiinde gözüm var, fakat bilmelisin ki bizim en iyi okullarda okuyan, iyi beslenen, zihnini diri tutun insanlarımızda bir tuhaflık var. Sanırım bunlar barış idealinin ham bir hayal olduğunu düşünüyorlar. Sen barış için yola çıkmıştın. Ah! Ne temizsin! Beyaz giyindin. Beyaz giymek mecazen kalp temizliğidir. Beyaz kirlendi diye ben üzüldüm. Üzgünüm ama, sana barış adına teşekkür ediyorum. Mekanın cennet olsun.

6 Nisan 2008 Pazar

CENACOLO’nun PEŞİNE


“O buluş hayatımı değiştirdi.

Ani değil, yavaş ve durdurulması imkansız bir değişim oldu, tıpkı bir ormanda bahar yaklaşırken yaşanan değişim gibi. Başlangıçta farkına varmadım; tepki göstermek istediğimde ise artık çok geçti. Sanırım Concorezzo’daki sakin sohbetlerim ve Milano’daki o ilk günlerde içinde yaşadığım karışıklık gerçekleştirdi mucizeyi.

Santa Maria delle Grazie’nin kapılarının ziyaretlere açık olduğu günlerin geçmesini bekleyip sonra tekrar Cenacolo’ya döndüm ve İsa’nın ellerlinin altında durdum. Bir yürek gibi çarpan, neredeyse belli etmeden geliştiğini gördüğüm eser tarafından taktis edilmek istiyordum. Böyle bir şeyi niçin yaptığımı hala bilmiyorum. Neden baş keşişin karşısına çıkıp nerede bulunduğumu, tutukluluğum süresince keşfettiklerimi anlatmadığımı da bilmiyorum.
(…)
Bir aydınlanma mıydı? Tanrı’nın çağrısı mıydı? Yoksa delilik mi? Tutumuma ne ad vereceğimi bilemeden Yaba et-Tarif adı verilen bu uçurumda ölmem çok muhtemel.”

Söze Javier Sierra’nın Roza Hamken tarafından Türkçe’ye çevrilen Gizli Akşam Yemeği adlı romanından Peder Leyre’nin son notundan bir alıntı ile başlamak istedim. Dominiken bir rahip olan Peder Leyre şahit olduğu bir dizi olayın sonunda bir değişim geçirmiştir. Dominiken tarikatın inançlı bir mensubu olan Peder Leyre, Leonardo da Vinci’nin bizde ‘Son Yemek’ olarak bilinen; İsa’nın Havarileri ile yediği son akşam yemeğini temsil eden eseri Cenacolo’nun Heretik - Katharosçu anlayışı temsil eden simgelerle donatıldığına dair ihbarlar alınması sonucunda Milano’ya gelir. Engizisyonun bir temsilcisi olarak araştırma yapmakla görevlendirilmiştir. Milano’da yaşadıkları ve tanıştığı insanlar sadakatle bağlı olduğu inancının sarsılmasına neden olacaktır.


Romanda Leonardo serin ve çekici bir adam olarak tasvir edilmiş. Daima beyaz giyiyor, et yemiyor, cinsel ilişkiye girmiyor, öğrencilerini çok seviyor ve bütün bildiklerini onlara öğretiyor, çok zeki, şifre ve muamma uzmanı, devasa cüssesi ile dünyayı hiç takmadan işine bakan yürek hoplatıcı bir adam. Bizde Son Akşam Yemeği olarak anılan Cenacolo’yu yaratırken romancının ona biçtiği rol ise ilginç ayrıntılarla dolu. Leonardo’nun heretik bir Hıristiyan, bir Katharosçu olarak konumlandırılışı ve İsa ve havarilerinin bu tabloda on üç harflik bir kelimeyi ifade ediyor olmalarının hikayesi de… Sierra’nın tezine göre köprü gibi uzanan bu masanın ardında sıralanan İsa ve havarilerin Consolamentum (teselli ayini) kelimesini işaret ediyor olması ise heyecan verici bir iddia. Defterlerini yazarken sağdan sola yazan Leonardo Da Vinci’nin yazdıklarının bir ayna vasıtası ile okunuyor olması da ( solak olan Leonardo defterlerine sağdan sola yazmıştır) onun gizli işler peşinde olduğunun bir işareti olarak vurgulanıyor.
Yazarın tezine göre; ‘Consolametum’ ibaresin tabloda Leonardo’nun adeti uyarınca sağdan sola okunabiliyor. Leonardo bu kompozisyonda İsa ve havarilerini, Kendisi tarafından Onikiler’e mal edilen sıfatlarla, amacına hizmet edecek bir biçimde sıralamış, soldan sağa yerine yukarıdan aşağıya diziyorum:

Aziz Bartolomeus/Mirabilis/Harika
Küçük Yakup/Venustus/Latif
Andreas/Temperetor/Uyaran
Yahuda İşkaryot/Nefandus/İğrenç

Petrus/Exosus/Nefret Eden
Yuhanna/Misticus/Esrarı Bilen
Hz. İsa/Alfa/A
Tomas/Litator/Tanrıları Yatıştıran
Büyük Yakup/Oboediyens/Söz Dinleyen
Filipus/Sapiens/Yüce Şeyleri Seven
Matta/Navus/Çalışkan
Yahuda Taddeus/Occultator/Gizleyen
Simon/Confector/Tamamlayan

Bu listedeki Havarilere verilen mahlasların baş harflerini yukarıdan aşağıya okuyacak olursanız, Hz. İsa’ya da bir A ithaf ederseniz söz konusu kelimeyi okuyabilirsiniz.

Romanda bir giz perdesi aralanırcasına usta işi bir kurguyla varılan nokta şu: Leonardo Da Vinci gök yüzündeki “gizli akşam yemeği”nde İsa Peygamberin Aziz Yuhanna’ya verdiği ilahi sırların yazıldığı bir kitaba sahiptir. Bu Mavi Kitap Roma kilisesi ve Engisizyon tarafından tehlikeli bulunuyor. Leonardo ise Petrus kilisesinin kurduğu inanç ve hiyerarşi sistemine karşı bir duruşla; her Hıristiyan’ın Tanrı ile aracıya gerek olmadan ilişki kurması temeline dayanan Aziz Yahya Kilisesinin hakimiyet zamanının geldiğini savunuyor. Üstad resimlerinde bu inanç sisteminin sembollerini kullanarak bir tür muhalefet yapıyor.

Leonardo’nun doğduğu 15.yy’da ayrıcalıklı ruhbanlık makamını tanımayan Katharosçu Kilise bütünüyle ortadan kalkmıştı. (Katharos Yunanca’da arı, temiz anlamına geliyor.) Romanda ise bu bilgiye uygun bir şekilde Katharosçular’ın inançlarını gizleyerek göze batmadan yaşıyorlar. Leonardo ise bu gizli inancın bir taraftarı olarak karakterize edilen bir ‘kusursuz’. Katharosçu görüşün Hıristiyanlığın uygulana gelen ritüellerine, Hıristiyanlığın varolan kurumlarına temelden karşı çıktığını biliyoruz. Katarosçular tarafından Hz. İsa bir insan değil bir melek olarak kabul ediliyordu, insani acılar çekmemişti ve ölümü bir yanılsamaydı. Eski Ahit’in büyük bölümüne kuşkuyla yaklaşıyorlardı. Kilisenin bedenleşme öğretisini reddediyorlardı. Tanrı ile aracısız ilişki kurmak gerektiğini düşündükleri için Papalık makamında sonlanan din adamlarının hiyerarşisine karşı çıkıyorlardı. Dahası dünya kötüdür, bu kötü dünyada yabancı bir gezgin olan insanın amacı, doğası iyi olan ruhunu özgürleştirmek ve Tanrı ile birliğini yeniden kurmak olmalıdır. Katharos mezhebi et yemenin kesinlikle yasak olduğu, cinsel birleşmenin de yasaklandığı katı kurallara sahipti. Bu katı kurallara her kesin uyması mümkün olamayacağı için ‘kusursuzlar’ olarak adlandırılan seçkinlerin, Consolamentum denilen, teselli ayini vasıtasıyla pişmanlıklarını belirtmeleri ve arınmaları sonucunda; kendilerini tefekküre adayarak en yüksek ahlaki kurallara uygun yaşamaları söz konusuydu. Bu ayinin uygulanmadığı insanlar ise bu görüşlere katıldıkları taktirde ‘inananlar’ olarak kabul görüyorlardı.

Sierra’nın hikayesinde Katarosçular, Mecdelli Meryem’in İsa’nın diriliş anına şahit olmasını da dört İncil’dekinden farklı yorumluyor. Bu diriliş sırasında İsa ete kemiğe bürünmemiş, ışık olarak tezahür etmiş ve Mecdelli Meryem’e yaradılışın sırlarını vermişti. Katarosçular Mecdelli Meryem bu sırları açıkladığında ( havarilerce) inanılır bulunmadığını, bu nedenle de asıl olanın kabul görmediğini, Mecdelli Meryem’in fahişe ilan edilerek dışlanması sonucu Hıristiyanlığın İsa’nın öğretisinden uzaklaştığını iddia ediyorlar. İlk Hıristiyanların ve gnostiklerin Mecdelli Meryem’in bir vahiye sahip olduğuna inanmaları ise bir vakıadır.

Gizli Akşam Yemeği’indeki ince atıflar beni sık sık elime aldığım Thomas İncili’ne bir kere daha yöneltti. Thomas İncili anlaşılması biraz güç bir metin. Kutsal kitaplara yabancı olsaydım ilgimi çekemeyecek kadar yoğun bir metin. İnsanın ancak kalbiyle kavrayacağı şeylerden. Bu kitapta Simon Petrus’un Mecdelli Meryem’in kadın olmasından dolayı itirazı yer alıyor.

1.Simun Petrus onlara dedi:
2.Mariam aramızdan çıksın,
3.Çünkü kadınlar Hayat’a Layık değildir.
4.İsa dedi: İşte
5.onu erkek kılmak üzere
6.cezbedeceğim
7.size, erkeklere benzer
8.yaşayan bir ruh olsun diye.
9.Zira erkekleşecek kadınların hepsi
10.göklerin Melekutu’na girecekler

Mecdelli Meryem’in Hz. İsa ile yakınlığı konusunda son yıllarda çok şey yazıldı söylendi. Bu uzun yıllar boyunca ona yapılan bir tür haksızlığın telafisi için girişilen bir gayret olabilir mi, bilmiyorum. İsa’ya bu denli yakın olan bir kadının, bir kadın müridin varlığına tahammül edilemediğini söylemek yersiz olmaz sanırım. Söz konusu romanda ise; Cenacolo’da Mecdelli Meryem’in masanın sağ başındaki bir düğümle sembolize edilmesi ile Leonardo’nun O’nun masada olduğunu ima ettiği ile ilgili bir atıf var. Ben de şahsen o akşam yemekte olmaması ihtimalini zayıf görüyorum.

Sözü Peder Leyre’ye bırakalım:
“Kesin olan şu ki, Engizisyonu yöneten, dinin aslını korumakla yükümlü Dominikenler’in ocağının ortasında, seyredilmek ve tapınılmak üzere sergilenen Katharosçu ayini bulmak, ruhumu çarpıcı biçimde etkiledi.İncil gerçeğinin tarikatımızın gölgeleri arasından kendine bir yol açtığını, yemekhaneye gecenin içinde güçlü bir fener gibi demirlediğini keşfettim. Kırk beş yıldır inandığım gerçekten çok farklıydı: İsa onunla iletişim kurmamız için Komünyonu asla tek yol olarak tesis etmemişti, katiyen. Tam tersine. Yuhanna ve Mecdelli Meryem’e Tanrı’yı aracılara gerek duymadan kendi içimizde nasıl bulacağımızı öğretmişti. İsa Yahudiydi. Tapınağın rahiplerinin, Tanrı’yı tapınağa hapsetmekle uyguladığı (uyguladıkları) baskıyı yaşamıştı. Ve ona karşı mücadele etmişti. On beş asır sonra, Leonardo bu aydınlanmanın gizli sorumlusu olarak, ifşaatı Cenacolo’ya aktarmıştı” Bu görüşlerin sahibi Peder, bir süre sonra Leonardo’nun varlığını haber verdiği yazmaları aramak için yola çıkacaktır. “Bir ay sonra, sarsılmış halde, yakında Yahya’nın Kilisesi’nin dönüşünden korkanların misilleme yapacağından şüphelenerek Beytana’yı temelli terk edip bu İnciller’in peşine düştüm.”

Lale Müldür’e son ziyaretimde Thomas İncilini okumuş mu diye sordum. Okumuş, ne düşündüğünü sorduğumda ise bana, “Çok fazla Müslüman, onu bir Müslüman yazmış olabilir” dedi. Ben de ona kendi düşüncemi söyledim: “Bütün teslim olanlar Müslümandır.” Müslim ve teslim aynı kökten geldiği için böyle demekte bir sakınca görmedim, (çünkü Lale Müldür kelimelerin gizinden herkesten fazla haberdardır) yan gözle baktı ama cevap vermedi. Ben de sükut ikrardan gelir diyerek lafı uzatmadım. Bu sözü söylememdeki asıl neden Thomas İncili’ni ilk okuyuşumdan beri taşıdığım bir yakınlık hissiydi, bu metnin anlamındaki derinlikle Mevlana Celalettin’in Müslümanlık yorumu arasındaki paralellik bende büyük bir heyecan uyandırmıştı. Temelde bütün peygamberler aynı membadan geliyor ve hiçbir zaman kuşku duymadığım gibi tek bir hakikat var. İşte Thomas İncili bana bu heyecanı yeniden yaşattı.

Dinlerin ve peygamberlerin hatırasının insanlar tarafından nasıl tahrif edildiğinin örnekleriyle her gün karşılaşıyoruz. Dinlerin ve mezheplerin rakip olarak yapılandırılması savaş ve yıkım için münbit bir alan yaratıyor. Peygamberler arasında bir rekabet ve iktidar savaşı olabileceğini düşünebilir miyiz, bu mümkün olamaz. Rekabet çıkar savaşı yapan insanlar arasındadır, bu rekabet macerası dogmaların inanç haritasındaki yerini yükseklere taşımıştır. Alevi ile Sünni, Katolik ile Protestan, Müslüman’la Yahudi savaşlarının sonu gelmiyor… zulüm ve soykırım vakalarının ardı arkası kesilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Dogmalar birer nirengi noktası gibi inanç haritasında rekabet alanlarını çevreliyor. Oysa hakikat kalbe doğduğu zaman sevgi, birlik, inanç ve bütünlük de ruha dolar. İnsanın dünyadaki macerasının anlamı ortaya çıkar. Bu öyle bir doğuştur ki dile döküldüğünde bir insan onu diğerine anlatmaya çalıştığında mana yüzünü göstermez. Şairane söyleyelim mana ikiliğin evine gelin gitmez. Mana ben ve sen zamirlerinin olmadığı evdedir. O evden çıkıp manasızca rekabet edilen evlere gelmez.

Yahuda İşkaryot’un ihaneti Dört İncil’de de Hz. İsa’nın bu ihaneti önceden haber veren sözleriyle anlatılır. Burada dikkate değer olan şu olmalı: İhanet edecek veya şöyle de okunabilir, dikkat edin ihanet edeceksiniz! Ve işte tam da bu yüzden Melekuta erişemeyeceksiniz. Yahuda İşkaryot’un kendisini astığı rivayet edilen erguvan ağacı belki bu yüzden aslında kırmızı açarken mor tonlara açıyor artık. Aslından uzaklaşmayı, bir tehlikeyi ima edercesine.

Sierra’nın çalışmasındaki ilham verici detay ve tutarlılığa bakacak olursak; Leonardo’ya verdiği muhalif rolün kalben temsilcisinin yazarın bizzat kendisi olduğunu hissediyorsunuz. Katharosçu görüşün neoplatonik bir görüş olduğunu Sokrates ve Platon’un ondan aktardığı felsefeden ilham aldığını biliyoruz. Romanda Leonardo’nun Cenacolo’da Aziz Simon’u Platon’un büstünü model alarak ve tıpkı bir Helen gibi bembeyaz bir giysi ile resmettiği, bilginin kaynağı olan Platon’a da eserinde yer vermiş olduğu iddiası da yer alıyor. İslam tasavvufunun da aynı disiplinden ilham aldığına dikkat edecek olursak; hakikat arayışının Tanrı inancını siyasal ve kurumsal yapıların kural ve doğmalarından azat etmesinin izini sürebiliriz.

Bana bütün bu düşünceleri ilham eden Gizli Akşam Yemeği bununla da kalmadı, onun sayesinde Cenacolo’nun peşine düştüm. Çok sevdiğim bu esere artık orada resmedilen kutsal insanların sessiz nidasını duyarak bakacağım. Consolamentum.

16 Mart 2008 Pazar

HAFTANIN HABERİ

Cafe Colette’de öğle saatlerinin küçük sohbetlerini özlememek ne mümkün, Nusret gazetedeki habere “Allah kahretsin” gibisinden bir tepki veriyor. Alsancak sarısı saçları ile her gün öğlenden itibaren ortamı şereflendiren Semuş ise ona hava atıyor, “Oh canıma değsin! Artık size gerek kalmadı. Erkeklere artık hiç gerek yok.” Gazetede, Jodie Foster’in suni döllenme yoluyla bir erkek çocuk dünyaya getirdiğinden söz eden haber; Nusret kızıyor, bir erkek olarak! Belli ki beğeniyormuş Jodie Foster’i. Biz Hatice ile bunu sorgularken, “ yani bu çocuğun babası sen olabilecekken… çok ayıp yapmış… bence yasaklanmalı… vs.” diyerek eğlenmeye başladık. Nusret duygularını pek de açık etmiyor. Biz ise işi on emire kadar götürecek bir mantıkla şuna karar verdik: Hz. Musa acaba elinden bazı tabletleri düşürmüş olabilir mi? “Belki tabletler on beş taneydi, ne bileyim… elinden düşmüş olabilir… evet evet mesela; asimile olmayacaksın, manipule olmayacaksın, klonlanmayacaksın, organ nakli yaptırmayacaksın, suni döllenmeyeceksin! Nusret işine dönmek üzere hesabı öderken, hala susmuyoruz, “Bana kalırsa Jodie bir dehanın spermlerini almış olabilir, ne dersin…”

“Vatikan Monsenyör Giafranco Girotti vasıtasıyla bir açıklama yaparak yedi büyük günahı güncelledi.” Bu harika haberi aldığımda yukarıdaki anıyı hatırladım. Bu tür bir müdahale olacağı aklıma dahi gelmezdi. Papa aksiyoner bir insan. Malum olan yedi günah ise neredeyse büyük çoğunluk tarafından artık bir erdem sayılacak kadar makul bulunuyorken bu müdahale çok yerinde oldu. Hatırlayalım bu günahları:
Tembellik
Kıskançlık
Açgözlülük
Hırs
Şehvet düşkünlüğü
Öfke
Kibir
Yeni günahlar:
Genetik müdahalede bulunmak
İnsanlar üzerinde deney yapmak
Çevreyi kirletmek
Sosyal adaletsizliğe neden olmak
Fakirliğe yol açmak
Ahlaksız yollardan zengin olmak
Uyuşturucu kullanmak

Bence ilk liste naif ve kusurlu olan kullar içindi. Son liste ise günümüzün Tanrıları için! Naif ve kusurlu Tanrı kulları günümüzde üretim ve iklim koşulları nedeniyle yoksulluğa mahkum edildiler. Sahip oldukları kaynaklar ellerinden acımasızca alındı ve alınmakta. Mağdurların sesini duyurmayan bir iletişim devrimi sadece manipulasyona hizmet ediyor. ne yazık ki bir şekilde her birimiz elimizde olmayan nedenlerle (belki de çoğumuz Tanrıya kul olmamak kibriyle) çağdaş tiranların kölesi olduk.

İnsanların dünyayı talan etmek, önlerine çıkan engelleri adalet tanımadan yıkmak konusunda “azgınlık” düzeyinde davrandıkları bir zamanda yapılan bu müdahaleden dolayı Vatikan’ı kutlamak gerek. Kulak verenlerin çok olmasını dilerim.

Irak savaşında ölen bir milyon insan için, açlıktan ve bölgesel savaşlardan dolayı ölen milyonlar için yas tutuyorum. Bize çocuklarımıza vasiyet edeceğimiz etik değerler bırakmayan yükselen değerler nedeniyle yas tutuyorum.

25 Ocak 2008 Cuma

BİR FİLMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Takva, Yeni Sinemacıların, başarılı filmlere imza atmış bir ekibin merakla beklenen bir ürünü olarak ilgi gördü ve bunu da hak ettiğini düşünüyorum. Antalya’da 9 dalda Altın portakal ve Kanada, Toronta’da; Swarovski Kültürel Yenilik ödülünü aldı. Kendi adıma böyle bir eseri izlediğim için mutlu oldum.

Türkiye’de yirmi yıl öncesinin kesatlığı aşılmış olsa da pek az film yapılıyor. Bu da her filmin, her şeye ve herkese dokunan bir eser olması arayışına belli ki zemin hazırlıyor. Bunda Türkiye’de insanların, yüksek ideallere sahip olmaklığı, anlayışı ile yetiştiriliyor olmalarının payını da zikretmek gerekir. Okumuş yazmış insanların, galiba Fransızlardan esinlenilmiş bir huzursuzlukla (unutmayalım pek çok şeyi Fransızlardan esinlendik. ), hayata bakma zaruretiyle donatılmış olduğunu fark ediyorum. Dayanaksız bir mükemmeliyetçilik arzusu ve tek tip zevk anlayışı eğilimi ile entelektüel hayatımızın yaralanmış olduğunu gözlüyorum. Cyrano de Bergerac sendromu gibi bir şey! Bunlardan söz etmemin sebebi uygulanan eğitim sistemi ve felsefesinin Türkiye insanlarında saf bir bakış açısı oluşmasının önüne cidden engeller çıkarıyor olması. Bir sanat eseri, bir olay ve bir olgu vs. bütün bunları değerlendirirken, milli hisler, dine karşı mesafeli olmak, genel ahlaka uygun olmak gibi birçok edinilmiş parametreden bağımsız düşünemeyen bir toplumsal zihniyetin kıskacındayız. Kendine benzemeyen ve kendi hayatında yeri olmayana duyulan yabancılık ve gizli bir öfke!

Örnekse uzağa gitmeye gerek yok aynı ekibin çektiği “ Gemide” filmini eleştiren pek çok dostum, “Çok küfür ediyorlar” demeden edemedi. Bir gemide sıkışıp kalmış insanların alkol ve uyuşturucu ile haşır neşir bir halde, bekleyiş ve belirsizliğin yarattığı sıkıntıya katlanışındaki çıplaklık ve gizli çaresizlik dikkate değer bulunmuyor. İnsan iradesinin uyuşturucularda eriyip, bir çırpıda içgüdülerin emrine girişinin dehşet verici sonucunun da üzerinde durulmuyor. Gemide olmanın toplum dışı olmaya işaret etmesi de dile gelmiyor. Bu durum “toplumun seçimlerinin” dışında bir hayatı anlattığı için hayatımızda bir karşılığı yokmuş gibi görmezden gelinen ve gerçeklik duygusuna dokunmayan bir hikayecik olarak bir kenara itiliyor. Orta sınıf nezaketimize sığmayan küfür ise narin kulaklarımızı tırmalıyor.

Can Yücel için de böyle olmadı mı? Bir şair ve fikir adamı “Çok iyi küfrederdi” diye anılıyor. Bu anlaşılamaz, öz ile biçimin birlikteliğinden haberdar olmamakla açıklanamaz bir şeydir. Bu ancak felsefesiz kalmış olmakla açıklanabilir. Can Yücel küfrü bir estetik öge olarak kullandı. Hiciv yazıyordu, düşünceleri değil küfürleri dikkati çekti ne yazık ki. Perihan Mağden için de bir başka şey söyleniyor: ‘Dille çok oynamıyor mu?’ Bunu söyleyen İzmirli şair arkadaşım, bir türlü haberdar olamadığı demokrasi bilinci, entelektüel problematikler, zor metinler karşısında duyduğu korku vs. nedeniyle kendi dünyasına hapsolmuş ve kargadan başka kuş tanımıyor.

Zihniyet dünyamızın aykırı ve ayrıksı olana duyduğu ürkekliktir ki; Cemil İpekçi’ye muhafazakar olduğunu söylediği için hem şaşıyor hem de küçümsüyoruz. Türbanın serbest bırakılması konusundaki düşüncesi marjinalite kutumuza sığmıyor. Türban sorununun toplumsal uzlaşma ve özgürlüklerle olan hassas ilişkisi bizi yoruyor. Yıllardır görmezden geldiğimiz kendiliğinden yok olup gideceğini var saydığımız insanların. Yoksul ve taşralı olmaya işaret eden baş örtüsünün birden yeni bir burjuva sınıfının tercihi olarak hayatımıza girmesini anlayamıyoruz. Ben İktidar ve muhalefetin aynı ölçüde demagojik söylemleri olduğunu düşünüyorum. Düşünen insanların, aydınlarımızın üslubu ile toplum ve parlamento arasındaki üslup farkı da ürkütücüdür. Bu ülkenin aydınları da henüz marjinal olmaktan kurtulamadılar. Marjinal ve bir ölçüde de dikkate değer olmamakla malul bulunuyorlar. Eğriltilmiş bir bakış açısının mahkum ettiği, yüzyıl sonrasının değerlerini savunan romantik hayalciler olmaktan bir türlü kurtulamıyorlar.

Takva, ne demektir? Yakın çevrenize sorunuz! Muhtemelen “körü körüne inanmak” cevabını alacaksınız. Kimse bir bilene sormadı mı veya sözlüğe bakmadı mı Allah aşkına! Takva, Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma ( bence Allah’a sığınma) demektir. Vikaye’den türemiştir. Vikaye; kayırma, koruma, esirgeme demektir. Diğer bir türev olan vikayet ise koruma, sahip çıkma demektir. Filmin konusuna yabancılığımız daha ilk kelimeden başlıyor.

Yeni sinemacıların insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapma girişimi ise takdire değer doğrusu. Toplumumuzun % 53’ünün yabancı olduğu bir dünya üzerine bir film yapmış olmaları da. El attıkları konu pek çoğumuzun yok olduğuna inandığı dergah hayatıdır. İnanç sistemlerinin emir ve demirle hatta eğitimle yok olmadığının bilgisi hepimizde vardır aslında. Her inancın kendi locasını, lobisini, evini bir şekilde kurduğunun örnekleri ile dolu bir dünyada yaşıyoruz. Her inanç sistemi imkan bulunca, kendi yenilmezliğinin inancı ile savaşları ve kıyımları da meşru hale getiriyor. Doğuda ve batıda Müslümanlığı kabul edenleri memnuniyetle karşılayan insanlar; yüz yıllardır yan yana yaşadıkları Hıristiyanların varlığına tahammül edemez bir hale gelip, papazları, misyonerleri çocuklar vasıtasıyla yok edebiliyorlar.

Film şehvetten kaçınma eksenine başarı ile oturtulmuş. Burada ilginç olan biz Müslümanlarda bekarlık adeti yoktur. Hatta evlenip çoluk çocuğa karışmak, eşine ve evliliğin getirdiği sorumluluklara katlanmak hem Kur’an hem de Hz. Muhammet tarafından tavsiye edilmiştir. Kahramanımız Muharrem ise, yüksek bir mertebeyi hedefleyerek evlilikten feragat eder. Şeyh efendinin kızı ile evlenip, rahat bir hayat yaşaması çok mümkündür. Bunu tereddütsüz ret eder. Ama ne rüyaları onu rahat bırakır ne de kendisine sunulan görevi ve elde ettiği nüfuzu arzu ettiği feragatle ifa eder. Sonunda ruhsal dengesini kaybeder.

Rahmetli Dayım anlatmıştı: “Ben Rufai dergahına giderdim. Bir arkadaşımla arada bir ayine sohbete katılırdık. Bir gün Basmane’de seks filmleri gösteren bir sinemanın afişlerine bakıyordum. “ Merhaba Selahattin Efendi!” diye bir sesle irkildim. Dergahtan bir ileri gelen yanıma gelmiş, adeta ayıbımı yüzüme vuruyordu. Orada utanç içinde kala kaldım. Bir daha da dergaha gitmedim. O zatın beni utandırmaması icabederdi, bu işler bu şekilde hallolmaz.”

İnsanın nefsiyle mücadele etmesi ne kadar zordur; Mevlana’dan bir kıssa verelim: Melekler sabah akşam Allah’ın huzuruna gelip “İnsanlar şunu yaptı, bunu yaptı, bunlar çok kötü” derlermiş. Cevap: “Ben sizi nurdan yarattım, onların nuruna ise çamur kattım. Eğer size de çamur katsaydım siz de böyle yapardınız!”

Takva’yı bir film olarak başarılı bulduğumu söylemiştim. Bir hikayeyi, aceleye gelmiş izlenimi veren finali dışında, ilgiyi ve heyecanı ayakta tutarak anlatması bakımından, sinemasal tekniklerin uygulanışı, oyunculuk anlayışı, Önder Çakar’ın belli ki çok emek işi olan cesur senaryosu ve samimiyeti açısından çok beğendim. İlginç olan bir başka yan ise bu filmin varoş zihniyetine sahip olduğu düşünülen, eğitimsiz, çocukluğunda Kur’an kursuna gitmiş insanlar tarafından daha doğru anlaşıldığıdır.

13 Ocak 2008 Pazar

GECİKMİŞ BİR İLK SÖZ

Bu sayfaya ilgi gösteren bütün dostlarıma ve blog menajerliğimi sadakatle ve üstün bir performansla yapan Özgün’e teşekkür ediyorum.

Hitler’i anarken belirttiğim gibi “Yenilmezlik İnancı” adını bir Hitler araştırmasından alıyor. Daha önce düşündüğüm isim “Tutkunun Yenilmezliği” idi. Gel gelelim tutku kelimesinin dilimizde son zamanlarda bir anlam daralması ile malul olması, şehvetin günümüz dünyasının yükselen değerlerinden biri olması dolayısıyle aşk-meşk işleri ile sınırlanmış bir anlama işaret etmesi beni bundan alıkoydu.

Sadede gelince; tutku insanın dünya hayatı sürecinde yenmesi gereken bir ego (dinler açısından, nefs) problemidir. Yukarıda belirttiğim gibi aşk macerası ile sınırlandığında romantik ve geçerli bir anlamla zuhur ediyor. Fikrimce aşk dahi hayata nüfuz etmedikçe, yayılıp sevgi olarak dünyaya dağılmadıkça değersiz ve imkansızdır.

Nemrut, Sezar ve Hitler’den söz ederken biyografik bilgiler vermekten, özel hayatlarındaki bazı enteresan anektodlardan mümkün olduğunca kaçındım. Bu üç “kavram” benim için tutkularını gerçekleştirmek yolunda engel tanımaz bir tusinami oluşturan, isimsiz yığınların hayat haklarını elinden alan insanlardır. Tanrısal olanın sadece yok edicilik özelliğini hayata egemen kılan ve bu şekilde Tanrı ile de rekabet eden anlayışın temsilcileri oldukları benim için dikkat çekiciydi. Nemrut’la İbrahim’in macerasını hatırlayalım.

Sadece kendi istek, görüş ve tercihlerini, inançlarını esas alan; tutkularını doyasıya yaşamak geçirmek isteyen “tanrılar” dan yayılan bir basınçla sınırlanmış ve çaresizleşmiş durumda olmak sadece tarihe ait veya antik bir olgu değildir. Bir amaca hizmet etmeğe ikna olmuş insanların liderlerine ne şekilde sadakatle bağlandıklarının modern zamanlarda da pek çok örneğine rastlamak mümkün. Wilhelm Riech, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı adlı kitabında bu tabi oluşu “kitlesel veba”; veba gibi her eve yayılan bir düşünme biçimi olarak tanımlar.

Son söz, sevgili Fazıl Say’ın şikayetçi olduğu mesele ile ilgili, söz konusu hayal kırıklığı sadece Türkiye’ye has bir gelecek projesinin iflası ile sınırlı değildir. Kıta Avrupası’nın Faşizm tekmesini yemiş İtalya ve İspanya dışındaki hemen her ülkesinde bugün muhafazakar ve milliyetçi yönelimler prim yapmıyor mu? Fazıl Say’a bazımız kızdık bazımız ona destek çıktık, bense onun bu naif isyanını saygıyla karşılıyorum. Müzik yegane evrensel iletişim biçimidir ve Tanrısal olmaya en yakın sanattır. Romantik ve kırılgan olmaksa en çok müzisyenlere yakışır
Tanrı yönetmenlerden ve Tanrı romancılardan söz edildiğinde kanıksamayız; Salvador Dali için “büyük mastürbatör” denmesi de bizi şaşırtmaz. Haşa huzurdan bunlar bir yerde doğrudur. İçten içe biliriz ki müzisyenler ilahi olandan beslenen peygamberlerdir. Fazıl Say’a Kavafis’in mısralarını hatırlatmalıyım: Bineceğin gemi yok / Gideceğin yer yok…

2 Ocak 2008 Çarşamba

Adolf Fan Club


Çocukluğum boyunca, büyük bir hikayeci olan annemden savaş yıllarına ait hikayeleri dinledim. Radyosuna bağladığı hoparlörü pencereye yerleştirerek komşularının savaş haberlerini dinlemesine imkan veren Giritli Hüseyin sayesinde İsmet İnönü’nün Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini açıkladığı konuşmasını dinlemiş. “Saat birdeydi bu konuşma” diyor, “Heyecanla beklemiştik. Bütün mahalle pencerenin altına toplanmıştı, gününü hatırlamıyorum daha çocuktum ama çok sevinmiştik, herkes bayram etmişti.”

Annem 1933 doğumlu, 1939’da, yani savaş çıktığında altı yaşındaymış. Savaş bittiğinde ise 12 yaşında. Annem hayatı boyunca bu savaşın çocukluğuna damga vuran ölüm ve yıkım haberlerinin etkisinden daima söz eder. İnsana kötü bir şaka gibi gelen sabun yapma meselesini ve gaz odalarını dehşetle hatırlar. Bütün bu imgelerin bir çocuğun muhayyilesini ne denli tahrip etmiş olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Bu nesil belki bu yüzden çok ümitsiz, çok hüzünlü ve kendini güvende hissetmek konusunda mütereddittir. Karneyle ekmek alınan günlerde adam başı bir çeyrek ekmek için fırında sırada bekledikleri ve şeker bulamadıkları için kuru üzümle çay içtiklerinden bahseder. Anneannemin dalgınlıkla tuzu şeker kavanozuna boşaltması hadisesini ise o günü tekrar yaşıyormuşçasına biraz üzgün dile getirir. Ara sıra esefle, “Yunanlılar kedileri kesip yemek zorunda kaldılar.” der. Annem ve babam mensubu oldukları neslin “iktisat yapma” ve bir gün lazım olur düşüncesiyle bazı ıskartaya çıkmış nesneleri saklama alışkanlıyla; belli ki savaş yıllarının yokluk ve yoktan yaratmak sitiline daima sadık kaldılar. Annem İzmir’de orta halli bir muhacir ailenin çocuğu olarak Ege’nin karşı kıyısına kadar gelen savaşın dehşetini hissetti ve acı çekti ve hala unutmuş değil.

Bense Anna Frank’ı düşünüyorum: Anne Frank 1929’da doğmuştu, Mart 1945’de Bergen-Belsen toplama kampında öldü. Anne Frank Yahudi soykırımının en samimi belgelerinden birini arkasında bırakarak dünyamızdan ayrıldı. Ömrü vefa etseydi hiç kuşkusuz, sevecen ve etkili bir yazar olurdu. Kendisine küçük bir saygı duruşu olarak bir alıntı yapıyorum: “Amsterdam, 29 Mart 1944. savaşın üzerinden yıllar geçince, beki 10 yıl sonra, Yahudilerin burada (sığınakta) yaşadıkları, konuştukları, burada yemek yedikleri anlatıldığı zaman inanılmaz bir şey olacak sanki, öyle değil mi? Sana o kadar şey anlatmama rağmen sen bile buradaki hayatın yalnızca bazı kesitlerini biliyorsun. Örneğin: Her Pazar günü bombardıman altında kaldığımız, 350 İngiliz uçağı yarım milyon kilo dinamiti Ymulden üzerine bıraktığı ve evler sarsıldığı zaman, sonra buradaki salgın hastalıkları öğrendiğimiz zaman; bayanların nasıl korktuğunu… Daha bir çok şeyi bilmiyorsun eğer sana her şeyi bildirecek olsaydım, gün boyu sürekli yazmam gerekirdi. İnsanlar sebze veya o an alınabilecek ne varsa onu almak için kuyruk oluyorlar. Hekimler hastalara gidemiyor; çünkü otomobilleri veya o hala yerli yerindeyse otomobillerinin lastiği çalınmış oluyor. Sık sık soygunların, hırsızlıkların olduğundan söz ediliyor.(…) Halkın ruh hali iyi değildir herhalde. Haftalık tayınla idare etmek çok zor. Çıkartmadan hala ses yok, erkekleri Almanya’ya götürüyorlar. Çocuklar beslenemiyor ve hastalanıyorlar. Hemen hemen bütün insanların üzerlerinde kötü kıyafetler ve kötü ayakkabılar var. (…) Arka avlu kaynıyor. Üzerinde çok konuşulan, ama gerçek olamayacak kadar güzel ve masalsı olan, o kadar özlenen o kurtuluş yaklaştı mı yoksa? 1944 yılı bize zafer getirecek mi? Bilmiyoruz, fakat umut bize can veriyor, cesaret veriyor,bizi güçlendiriyor. Çünkü korkuyu, yoksullukları,acıyı cesaretle karşılamalıyız; şimdi mesele sakin ve sebatlı olmakta. (…)”

Aile albümümüzde dedelerim Münir ve Mehmet Ali Efendilerin, büyük amcamız Ali Rıza Beyin, genç yaşta ölen yakışıklı Niyazi Amcanın, büyük halamızın eşi Şef tren Emin Dedenin fotoğraflarda Hitler bıyığı ile karşıma çıkmaları; bende elimde olmadan bir infial yaratır. Aileye Nazilerin sızmış olma ihtimalinden dolayı değil elbette, bilirsiniz işte; esasen bu bıyık Karanlıklar Prensinin sağ kolu olan bir zalimle özdeşleşmiştir. Hitler ve karanlık yandaşları Rudolf Hess, Göring, Goebbels, Himmler ve diğerleri 62 milyon insanın akıldışı bir sebeple ölüme gönderilmesine rehberlik ettiler.

Adolf Fan Clup meselesine ilk örneği vermeliyim şimdi: Söz konusu insan akraba kadar yakın bir aile dostumuz. Başarılı bir meslek yaşamı olan bir asker. İki yabancı dil bilen, müzik aşığı ve ilk opera deneyimimi Rigoletto ile bana yaşatan bir centilmen… Bir gün Hitler’i kınayarak: “ Almanya’nın en muharip neslinin mağlup olmasına sebep oldu.” dedi. Hitler’i bu başarısızlık nedeniyle kınaması benim donup kalmama sebep oldu. Yani Naziler galip gelseydi… Hitler’in “yenilmezliğine” olan inancı haklı çıksaydı. Bu centilmen onu takdir mi edecek?..

Hitler’in bir tür inançla, “Yenilmezlik inancı”yla malul olduğu söylenmiştir. Hedefine ulaşamamasına rağmen çok büyük bir yıkıma sebep oldu ve unutulması çok güç olan acılara neden oldu. Bendeniz de okuduğunuz sayfalara, Hitler araştırmalarında söz edilen bu kavramdan ilham alarak bu ismi verdim.

Hitler’in müthiş bir performansla yükselmesi, görüşlerinin sadece çevresindeki yüksek rütbeli on-on beş kişiye indirgenemeyecek bir şekilde, yaygın olarak kabul görmesi, açıklanması hiç de kolay olmayan bir durumdur. Nazi elitlerinin, başta Hitler’in, Hess, Göring ,Goebbbels ve Himmler’in yaygın olarak; cani ruhlu, hasta ruhlu ve deli olarak tanımlanmaları meseleyi çözmek için yeterli olmuyor. Çok yaygın hiyerarşik bir sistemle, nasyonal sosyalist önderlik; “Führerlik” müessesesi yerel ve en küçük birime kadar yaygınlaşmıştır. Bu önderlerin binlerce olduğunu göz önüne alırsak insan tabiatının derinlerine bir yolculuk yapmak zaruretiyle karşılaşırız. Şöyle ki: Hitler ve arkadaşları için sağlıklı ruhlar demek imkanı yoktur. Aynı zamanda bu akıldışı sürece katılan hiyerarşiye boyun eğen ve itaatle katılan ve onca şiddette haklılık payı veren sıradan insanlar için doğruluğu onaylanacak bir kavram bulamak imkansızdır veya onları tanımlayacak, bir iddialı cümle de kuramayız. Bütün Almanlar delirmişti diyenler vardır ama bu ne ifade eder ki? Dikkatlerden kaçmaması gereken şey, bir inanç kayması durumuyla karşı karşıya kaldığımızdır. Avrupa medeniyetinin aydınlanma çağından itibaren inşa ettiği hümanite ve özgürlük anlayışı; buna bağlı olan demokratik arayışlar ve sosyalizm projelerine kadar geçen sürecin bir çırpıda imha edilmesi veya tersine çevrilmesi Alman toplumunda bu inanç kaymasının gerçekleşmesini mümkün kılmıştır. Birinci Dünya savaşından sonraki ekonomik çöküntünün ve yüksek işsizlik oranının yarattığı çaresizlik ve geleceği kuramama endişesinin bunda büyük bir payı vardır. Bu inanç kaymasını tamamiyle ekonomik koşullarla açıklamak işin kolayına kaçmak olur. Bu inanç kaymasının etkileri Nazilerin yenilmesi ve cezalandırılması sonrasında da sürdüğüne dikkat etmek gerekir.

Hitler’in çok pratik bir biçimde enternasyonal sosyalizmden aldığı kavramları nasyonal sosyalizm adı altında yeniden tanımladığını biliyoruz. “Romantik” bir düş yerine, reel bir proje kurmuştur. Bu proje en basit insanın bile rahatça anlayabileceği sadeliktedir. Emir komuta zinciri içerisindeki her bireyin kolayca uygulayabileceği direktifler yoluyla hiçbir inisiyatife ve her hangi bir duygusal yoruma müsaade etmeyen bu sistem tıkır tıkır işlemiştir. Kendini çarkın (Gamalı Haç) dişlilerinden biri olarak gören her insanın kolayca ne eylemler yapabileceği de bu sayede ortaya çıkmıştır. Almanya’da Yahudiler’e karşı yürütülen politika yavaş yavaş şiddeti artan bir dozda uygulanmıştır; muhalifler (ki var olduklarından haberdar olmasak rahatça yoktu diyebiliriz) marjinal ve sapkın (acımasızca tutuklanıp cezalandırıldıklarını unutmayalım) durumunda kalarak etkin bir söylem ve eylem için taraftar bulamadılar. Hitler’in söylemi çok güçlü ve her gün yeniden oluşan bir dinamiğe dayanır. Esasen toplum, Führer’in uygun görmediği hiçbir konuda bilgilenme şansına da sahip değildi!

Sözünü ettiğim inanç kaymasının inşasında Hitler’in Hıristiyanlık yorumunun da etkisini az değildir. “Hitler bir demogoji oluşturmuş ve etik değerlerin Yahudi değerleri olduğuna insanları ikna etmeyi başarmıştır. Hitler din operasyonu diyebileceğimiz süreçte önce “pozitif Hıristiyanlık” adını verdiği, mezhep ayrımı yapmayan bir din anlayışından söz etti. Daha sonra ise “Kendi kaderini Tanrı’ya bağlamayan, Yahudice acıma duygularından arınmış” bir “Alman Hıristiyanlığı” kavramını ortaya çıkardı. Protestanlık Martin Luter ( bir Alman!) tarafından Batı kilisesinin Yahudileşmesine bir tepki olarak kurulmuş bir mezhep olarak; “milli Hıristiyanlık” olarak tanımlandı. Daha sonra Nasyonal Sosyalist Hıristiyanlar grubu ve onların fanatik uzantısı SA- Christi bir “Alman Kilisesi” oluşturma çalışmalarına giriştiler. 1933’de Nazi papaz Müler, Protestan Kilisesinin başına getirildi. 1935’de Dahlem Kilisesi rahibi Martin Niemöller öncülüğünde milliyetçi ve ırkçı dünya görüşü lanetlendi ve akabinde 700 papaz tutuklandı ve toplama kamplarına gönderildi. 1936 yılında Katolik okullarının kapatılması ve Katolik gençlik örgütlerinin feshedilmesinden sonra; Vatikan Hitler’in dini hiç de kaale almadığını görerek bir bildiri yayınladı: “Tasamız Yüreğimizi Yakıyor”. Bunu üzerine, Nazi Devleti anti-Katolik bir kampanya başlattı. Artık sıra Katolik din adamlarındaydı. Birçok Katolik papaz temerküz kamplarına gönderildi. 1937’den sonra rejim alenen dinsizleşti; zaten Führer ve resmi ideoloji tanrısallaşarak fiilen dini bir görünüm kazanmıştı.” (geniş bilgi için:Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3. cilt, sayfa 821-822)

Nazilerin alameti farikası olan gamalı haç (doğuda kutsal svastika) için de derler ki, Hitler bu işareti tersine çevirerek taşıdığı kutsal anlamı da tersine çevirmiştir. Nazi ideolojisinin birçok değeri tersine çevirmiş olmasından ilham alınarak bu yorum yapılmış olabilir.Belki de bir tür büyü yapıldığı ima ediliyor! Bunun doğruluğu kanıtlanacak kadar bilimsel olmasa da iyi bir buluş olduğu söylenebilir. Kulağa şiirsel gelmesi ise dönemin mana olarak bir çok kavramı tersine çevrilmişliğini çok iyi taşımasından sanırım. Soldan sağa dönmeyi işaret eden svastika “açma” yönünü gösterir ve bu aynı zamanda enerjinin hareket yönüdür; bu haliyle svastikanın hayatın idamesini temsil ettiği doğu kültürlerinde yaygın olarak kabul edilir. Bir başka açıdan bakarsak gamalı Haç aslı olan svastikaya nazaran, 45 derece döndürülmüştür. Bu çevirme hareketi de bir enerjinin şiddetle harekete geçmesi anlamını taşıyor mu acaba? Nazi seçkinlerinin gizli ilimlere olan ilgisinden söz edilmiyor olsaydı; bu konuya girmek istemezdim. Gamalı Haç, şiddetin büyük ölçüde meşrulaştığı ve faillerini de mefullerini de bir çarkın içine aldığını ifade etmek açısından ise oldukça manidar bir amblemdir. Nazilerin dans teorisyeni Rudolf Bode’nin öğrencisi olan bir genç dans üzerine konuşuyor: “ Dansta doğanın temel yasalarını yeniden yaşarız. Kavalyeyi düşünecek olursak, onun temel hareketleri hamle yapmayı andırır; kaçınılmaz olarak askercedir. Dama gelince, onun dairesel biçimde olan içgüdüsel hareketi, svastika ile bağlantılı olan dairesel bir harekettir; svastika da sonsuz dairesel hareketi ifade etmesiyle hayatın runik bir harfidir.”

Nazilerin kötülüğün meşrulaşmasına katkıları kuşkusuz çok büyüktür. Himmler’in uyguladığı metodik şiddet; gaz odaları, insan bünyesi üzerinde uygulanan deneysel çalışmalar, aç-bilaç mahkumların ölesiye çalıştırılmaları vs. sonucunda insafsızlık ve insan hayatının değersizliği anlayışı kendine bir yol bulmuştur. Modern çağın en büyük felaketi bu şekilde etik değerlerin anlamsızlaşması ve her şeyin kazanmak ve kendi yenilmezliğini kanıtlamak açısından sınanmasıdır.

Elbette biliyorsunuz, Hitler’i sevdiğini söyleyen insanların sayısı hiç de az değildir. O’nun dehasını takdir eden birçok sıradan insanla karşılaşmak sürpriz değildir. İşin ilginç yanı bu insanlar karıncayı bile incitmediklerini de söylerler. Doğrudur da, burada dikkate değer olan meşrulaşmış şiddetin mağduru olmak yerine faili olmak adına olmasa da, failin yanında olmak, “güvende” olmak isteğiyle bunu söylüyor olmalarıdır. Modern dünyanın sakinlerine Nazilerden kalan miras: Tanrı’nın ve adaletin öldüğünü haykıran sıradan insanların cızırtılı sesidir. Bu durum entelektüel ve varoluşsal çabalar sonucunda ulaşılabilecek, “bilgece” bir ateist inançla hiçbir benzerlik taşımaz. Bu korkuların yönettiği insanın şiddetin nesnesi olmaktansa, şiddetin öznesine yakın durma tedbiridir.

Bir fantezi yapalım: Hitler söylendiği gibi intihar etmedi Rus askerleri tarafından esir alındı. Buz denizi kıyısında küçük bir kalede on yıl kadar hapis kaldı. 1955’de CIA tarafından kaçırıldı. Washington DC’de bir yer altı üssünde alıkonuldu. Amerikalılar tarafından sonu gelmeyen şeytani planlarından ilham almak üzere özenle korunuyor. İlerlemiş yaşı nedeniyle her gün bir doktorlar ordusunun kontrolünde. Hitler Pentagon’un planlarını eleştiriyor ve stratejilerine yol gösteriyor. Karanlıklar Prensi yaşıyor!

Karanlık güçlerden söz ediliyor olmasının kanıksanmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu durum herkesi kuşatan kara bir hale gibi korkunun yaygınlaşması, normalleşmesi, zihinlerin doğal hali, gündelik hayatın gerçeği olarak soluduğumuz bir ümitsizlik atmosferi yaratmaktadır. Nazilerden kalan mirasın bir sonucu olarak, ümitsizlik de hayatımızda meşru bir yer almıştır.

Nazilerin arasında lüks ve gösteriş düşkünlüğüyle ünlenen Göring, ona Parfümlü Neron derlerdi; “ Benim vicdanım yok! Vicdanım Adolf Hitler’dir. Aldığım önlemler bir takım hukuki mülahazalarla malul değildir. Hakkaniyet gösterecek halim yok; benim işim yok etmek ve kökünü kurutmaktır, o kadar. Nesnelliğin (empatinin) ne demek olduğunu bilmediğim için yaradanıma müteşekkirim.”

Göring de yaşıyor mu yoksa!