29 Haziran 2008 Pazar

BENDEN SONRA TUFAN




Keçi ayaklı olmak istemeyenlere...

Alışır gibi olduk! Sıradanlaşmak üzere çünkü… Her yıl kasırgaların ve sel felaketlerinin hayattan alıp götürdüğü insanların sayısı on binleri aşıyor. Küresel ısınmanın, iklim değişikliklerinin bir sonucu olarak kabul edilen afetler için yardım kampanyaları düzenleniyor ve hükümetler yeniden inşa süreci için organize oluyorlar. Bu tufanların dünyamızdan alıp götürdüğü insanların ölümü kadar yürek sızlatıcı olansa; geride kalanların durumu değil mi? Tasvir etmeye dayanamayacağım kadar acı bir durum. Ancak bir natüralist buna teşebbüs edebilir. New Orleans örneğinde olduğu gibi felakete maruz kalan insanlar toplumdışı veya ikinci sınıf oldukları için bu yardımların bir şekilde aksaması söz konusu olabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Myanmar’da olduğu gibi açıklanmayan nedenlerle ve anlaşılamaz bir biçimde yardımları kabul etmeyen bir yönetim anlayışıyla da karşılaşabiliyoruz.

Şurası bir gerçek ki egemenlik sınırları geniş veya dar olsun; dünya yöneticileri hiç de insanlığın hayrına davranmıyorlar. Devlet başkanı, ordu komutanı, şirket başkanı, bilim adamı veya aile reisi olarak erk sahibi olanlar çoğunlukla iktidar güdülerine, kusursuz egemenlik arzusuna gem vurmayı hemen hemen hiç akla getirmiyor. Bu şaşkınlık uyandıran durumun baş aktörlerinin duruşuna bakalım: Kadın veya erkek, yaşlı veya genç olmak, yoksul veya varlıklı bir geçmişe ait olmak iktidardakilerin nüfuz etme ve güç kazanma isteğine farklı yorumlar getirmeleri için bir sebep teşkil etmiyor. Bu insanın negatif bir tezahürü olmalı; iktidarda olmaktan doğan güç ve bu gücün sınırlarını zorlamak hakkını kendinde görmek.

Meseleye muhalifler açısından bakalım: 19. yy.lın son döneminden başlayarak 1980’lere kadar iktidarlar Marksist argümanlar vasıtasıyla entelektüel düzeyde eleştiriliyordu. Marksist ve sosyalist yaklaşım başka bir dünya öneriyordu. Sosyal adalet ve kişi hakları savunuluyordu ve bir barış hayalinden söz ediliyordu. Sol muhalefet yaygın bir tutum halini almamış olmasına rağmen izlenen ve dikkate değer bir yanı taşıyordu. Çalışan insanlar ve entelektüeller için bir ışıktı. Başkalarının hakkını savunmayı öneriyordu. Bir etik parametre sunarak siyasi uygulamaları ve yaklaşımları denetliyordu. Bu muhalefet anlayışı dünya dengeleri için neredeyse biricik muhalif referans noktasını oluşturuyordu. Aynı şeyi o zamanlar sosyalist ülkelerin pek çoğunda iktidar olan çevreler için söylemek mümkün değilse de muhalif çevreler için, daha iyi bir dünya hayalinin referansı sosyal ilkelerle hareket etmekti.

Doğu bloğu ülkelerinin devletçi ve merkeziyetçi yönetiminin de sosyalizmin negatif tezahürü olarak kabul edersek; kaynaklarını ve insani potansiyelini hırçın bir kamplaşmada telef eden bu zihniyetin, başardıkları başaramadığından azdır. Hedeften şaşmış bir mermi gibi bürokrasi ve militarizmin yükselişine isabet etmiştir. Demir perdede sistem neredeyse pes edip bir başkaldırı dalgasıyla kaosa sürüklendi. Sözü uzatmadan söylemek isterim ki bu gelişme; 90’lardan itibaren Batı Demokrasilerinin temelini teşkil eden sosyalist argümanlarla yüklü muhalif zihniyetin dünyadaki prestijinin sorgulanmasına yol açtı. Sosyal adalet talebinin yerini milliyetçi, etnik ve dini eğilimler aldı. Bu gelişme muhalifler açısından pusulanın şaşması olarak kabul edilmelidir.

Ekonomik zaruretlerin derhal hallolması talebinin şemsiyesi altında fokur fokur kaynayan milliyetçi, dini ve etnik taleplerin artması ve böylece farklı bir etiğin veya etiksizliğin meşrulaşması dönemine girildi. Altüst olan değerlerin yarattığı kaos ortamı ve her türlü eğilimin en radikal tarzı ile karşı karşıya kalmamıza sebep oldu. İşgaller normalleşti, katliamlar sıradanlaştı, insanları bir arada tutan ilkelerin sınırları daraldı. Dünya şirketlerin çıkarlarına hizmet eden bir sahaya dönüştü. Küreselleşmenin köklerini sağlamlaştırdığı bir münbit bir topraktan söz ediyoruz.

“Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin bozulmuş olduğunu gördü çünkü insanlar yoldan çıkmıştı” (Tekvin 6). Tevrat’ın Tekvin bölümünde (6-10) anlatılan Nuh ve Tufan öyküsü Kur’an-ı Kerim’in Nuh suresinde de hemen hemen aynı şekilde yer alır. Yalnız Tevrat’taki hikayeye ek olarak Nuh Peygamberin uyarılarına kulak asmayan insanlardan şikayetleri ve onların cezalandırılması konusundaki talepleri de dile getirilir: Nuh dedi ki: “Yarab! Malumun, onlar bana isyan ettiler ve malı ve veledi kendisine hasardan başka bir şey arttırmayan kimsenin ardınca gittiler ve büyük bir mekre giriştiler ve sakın ilahlarınızı bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne de Yeğus’u ve Yeğuk’u ve Nesr’i dediler ve çoğunu şaşırttılar. Sen de zalimleri arttırma, ancak şaşkınlıkça arttır! (Nuh suresi 21-24) Ve yine; “Nuh demişti ki: Yarab! Bırakma yeryüzünde kafirlerden bir deyyar, zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarıyorlar ve nankör facirden başka da doğurmuyorlar. Yarab! Mağfiret buyur bana ve babama, anama, mü’min olarak evime girene ve bütün müminin ve müminata! Zalimleri ise arttırma, ancak helakça arttır” (Nuh Suresi 26-28)


Meseleye şu açıdan bakmamız ilginç olacaktır: Tevrat’tan yukarıda yaptığım alıntıda “Her şeyin bozulmuş olduğu” ifadesi ile bu gün dünyamızda tarımsal üretim sürecinde uygulanan gübreleme ve ilaçlama yöntemleri, bitkilerin verimini arttırmak için kullanılan hormonlar ve genetik müdahaleler arasında ilişki kurmayı öneriyorum. Aynı şekilde Kur’an’daki, “malı ve veledi kendisine hasardan başka bir şey arttırmayan” ibaresi de bu şekilde okunabilir.

Bugün dünyada bir bozulmadan söz edeceksek bunu özellikle medyanın tarzı ve tercihleri ile açıklamak zorundayız. Mesela genetik manipülasyon bilimin zaferi olarak lanse ediliyor. Hayvan ve bitkilerin ilaçlar ve hormonsal müdahalelerle zararlı hale gelip gelmediği ancak ileri demokrasilerde, yani dünyanın çoğunluğuna uzak olan bir yerde tartışılıyor. Bizim de içinde bulunduğumuz birçok ülkede, bu uygulamalara karşı olan uzmanların sesini duymak nedeyse imkansız. Ne yazıktır medyada haber yaptırmak da artık bir propaganda ve pazarlama yöntemi olarak kullanılıyor. Medya bir uyarıcı ve uygulamaları eleştiren bir sosyal kurum olma niteliğini büyük ölçüde yitirdi. Bunun anlamı kamuoyunun manipüle edilmesi değil midir?

Kamuoyunun bilgilenme hakkının kısıtlı olması, toplumun muhalif eleştirilerden haberdar olamaması: Kısaca, genetik manipülasyonun, “engellenemez bir mutasyona sebep olabilecek” bir potansiyel taşıyor olması, çok sınırlı topluluklar tarafından dikkate alınıyor. Çok şükür (veya ne yazık ki ) henüz bu alanda bir veriye, bir sonuca sahip değiliz. Sonuçta genetik mühendisliği konusundaki araştırmaların global şirketler vasıtasıyla ve şirketleşmiş enstitülerin sağladığı imkanlarla yapıldığını dikkate alacak olursak: Etik açıdan genetik müdahalelere karşı olanların bir muhatap bulmak veya bu olguyu protesto etmek imkanının nasıl da kendiliğinden kısıtlandığını açıklayabiliriz. Ayrıca kuraklık ve bundan doğan açlık sorunu ile on yıllardır acı çeken Afrika örneğinde olduğu gibi bu araştırmaları heyecanla tasvip eden görece haklı taraftarlar da var. Zenginleşmeyi ve refaha ulaşmayı bilimsel araştırmaları ithal ederek sağlamaya çalışan ülkelerde ise (ve Türkiye’de de) bu uyarıların hiç dikkate alınmadığını gözlemek çok kolay. Bazı bilim adamlarının, din adamlarının (mesela Papa), etikçilerin uyarılarına rağmen genetik manipülasyon konusunda yapılan çalışmaların, zevkli ve belki de tehlikeli olduğu için zevkli olan bir oyun gibi sürdürüldüğünden de haberdarız. Bu mesele sadece bir görüş ayrılığı ile açıklanamayacak kadar bilinmezlik taşıyor. Geçmişte, genetik müdahale uygulamalarından önceki aşamada, birçok farmakolojik ve kimyasal skandal yaşandı. Çare ve umut olarak kullanılan birçok etken maddenin, global üretici firmaların karlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadığını birçok acı tecrübe ile öğrendik. Bu maddelerin sakat bıraktığı ve hayatını elinden aldığı pek çok insanın hikayesini duyduk. Şimdi genetik oyunların sonucunu bekliyoruz.

Manzara şu; bir taraftan doğal doku ve hayat tahrip ediliyor. Bazı canlı türlerinin yok olmasına kayıtsız kalınıyor. Diğer yandan klonlama çalışmaları reklam ediliyor. Hannah Arendt 20.yy insanının ölümsüzlük arayışı içinde olabileceğini düşünmenin yersiz olduğunu söylemişti. Arendt, artık insanın ölümlülüğünü bir vakıa olarak kabul edilecek bilinç düzeyine geldiğini söylerken çok mu iyimserdi acaba? Bu konuyu bir parça olsun düşünmek gerekiyor. Ölümsüzlük peşinde olan bir zihniyet dünyası gerçekten yok mu? Kulağı delik olan herkes insan klonlandığı dedikodusunu duymuştur. Kayıp Çocuklar Şehri (La Cite des Enfands Perdus, Marc Caro/Jean-Pierre Jenuet, 1995) filminde ironik bir biçimde rüya göremeyen kopyaların arasında geçen diyaloglar geliyor ister istemez aklıma. Bu filmde dahiayne bir buluşla klonlanmış insanların rüya görememesi metaforu kullanılmıştı. Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı süreçleri olmayan bir insan hayal etmek oldukça ürkütücü. Köpeğim Fidel hayatta iken ara sıra rüya görür, uykusunda havlar ve yattığı yere koşuyormuşçasına ayaklarını savururdu!

Gılgamış Destanında geçen tufan öyküsü ise birçok araştırmacının merakını tetiklemiş ve Mezopotamya’da araştırmalar yapılmış, Tufanın izlerine de rastlanmıştır. Tesadüfün bir cilvesi olmasın; Tufandan söz eden bu mitolojik hikaye, aynı zamanda ölümsüzlük arzusundan da söz eder. Gılgamış biricik dostu Endiku’nun ölümünden sonra çok yıkılır. Ölüm olgusuna başkaldırır ve rivayet edilen ölümsüzlük otunun peşine düşer. Otu bulur da. Ancak bu otu bir yılanın yemesine de engel olamaz. Bu olaydan sonra ölümsüzlüğün dünyada iyi bir ad bırakmak olduğuna karar verir. Ölümsüzlük arayışından vazgeçer.

Fantezi: Gılgamış’ın ele geçirdiği ölümsüzlük otunu çalan yılan, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına sebep olan yılanla ilişkili olabilir mi? Bunu düşünmeliyiz. Destanlarda ibret verici kıssalar daima vardır.

Konumuza dönersek, dünya giderek sıradan, kendi küçük hayatlarını yaşayan insanlara pek de imkan tanımayan bir mecrada ilerliyor. Teknoloji yaratmayan ve bu yolla güç ve servet edinmeyen ülkelerin halkları; sistemin yürümesi için enerji üreten yakıtlar olarak köleliğe mahkum edilmişlerdir. Bu köle hayatı; az ücretle güvencesiz çalışmak, bedenini satarak yaşamak, kapalı aile ve toplum içinde (başta cinsel taciz) her türlü istismarın nesnesi olmak, bilimsel araştırmalarda kobay olarak kullanılmak, açlığa mahkum çocukların anne babaları olarak hayat sürmek zaruretiyle maruftur.

Zenginlik ve iktidar hırsını, dünyadaki gıda üretme potansiyelinin yakında insanlara yeterli olamayacağı teorisiyle besleyen malum zihniyet, masumiyet perdesinin altında neler yapıyor bir parça hatırlayalım: Bitkilerin genetiği ile oynayarak dayanıklılığı yani raf ömrü artıyor ve dolayısıyla ticaret kapasitesi arttırılıyor. Bitkilerin genetiği, tohum tröstlerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde çekirdeksiz ve tohumsuz meyveler oluşması yönünde yine bozuluyor. Fosfatın aşırı kullanımı ile bedenlerimiz kirleniyor. Hormon destekli üretim çılgınlığı ile dünyadaki temiz toprak giderek azalıyor. Bu müdahalelerin insanlarda yaratacağı etkiler biliniyor mu? Biliniyor, mu bilinmiyor mu emin olamayız. Benzer yöntemlerin hayvancılık sektöründe de uygulandığını ne yazık ki biliyoruz.

Bir yandan da düşünmeye çalışırsak acaba insanın dünyadaki varlığının sürmesine imkan veren nedir? Hayatın sürmesine imkan veren en önemli etken sevgidir. İnsan bizzat kendisine ve kendisine yarar sağlayan her şeye sevgi ile bağlanır. Varlığın temelindeki sevgi; türlerin üremesine, yeni nesillerin şefkat ve özenle yetiştirilmesine imkan verir. Dünyanın efendisi olan insanın tercihleri, maddelerin, (ve coğrafyanın) hayvanların ve bitkilerin de varlık koşullarını belirliyor. İhtiyaç sahasını giderek genişleten seçkin bir azınlığın emrindeki dünya hayatı, yine bu seçkin azınlığın iradesiyle şekillenmektedir. Bu azınlığın tercihleri digerkamlığı terk ederek; diğer varlıkların yaşamlarını tehdit edecek şekilde ortamı kendine, sadece ailesine, sadece mensup olduğu cemaate vb. yarar sağlayacak şekilde dönüştürdükçe ne olacaktır? Yavaş yavaş bütün ötekiler yok mu olacak; bitkiler, hayvanlar ve öteki insanlar.

Bu durumun nedenini bir de, dünya sakinleri içinde sadece insana has olan, seçme özgürlüğü; özgür irade kavramıyla tespit edelim. Özgür irade, insanın kendi seçimleri yoluyla, dünya hayatını kendisi ve başkaları açısından değiştirme ve dönüştürme yetkisine sahip olmasıdır. İnsan bu özelliğini yetki ve sorumluluk dengesi içinde sürdürdükçe kişisel hayatı ve buna bağlı olarak yakın çevresi ve giderek onu çevreleyen dünya için bir sorun yoktur. Madde, nebat ve hayvan için bu akış, yumuşak değişimler çerçevesinde, sorunsuzca sürüp gidiyor. İnsan için öyle mi? Hayır, insan için bu akışı sağlamak bazı sorunlar taşımaktadır. Yine insana has olan bir şey; yetki ihlali! Bu ihlal Şeytan’ın kutsal kitaplarda nakledilen böbürlenmesine koşut olarak sürüp gitmektedir. Şeytan’ın Tanrı’nın emrine başkaldırarak insan önünde boyun eğmemesi nasıl ilahi iradeye bir başkaldırı ise; insanın da (sürgüne gönderildiği) dünyada kusursuz kozmik dengeye boyun eğmediği ve bu dengeye başkaldırması ile karşı karşıyayız. Kozmik dengeye başkaldırarak “Şeytan”laşan bir insanlık durumu…

İktidar arzusu ve onun gölgesinde yeşeren mesnetsiz bir rekabet anlayışı ile daima karşı karşıya olan dünya, insanlığın yıkıcı macerasını bu güne kadar taşıdı. Modern dünyanın, insana verdiği özgüven tabiata üstün gelme arzusunu aşırı boyutlara taşımış olabilir mi? Aynı arzu insanın varlığın nedenini sorgulamasını da engellemiyor mu? Sevgi ve inancın azalması sonucu, değerler sisteminin sarsılması gelecek nesillerin bekasını tehlikeye atmıyor mu? Bu meseleye fantastik bir tespitle noktayı koymak mümkün: Nuh Tufanı bugünküne benzer bir dönemin sonunda kopmuş olmasın!

Nuh Tufanının temsil ettiği kıssa; aslen hayat veren suyun aynı zamanda yok edici bir işlev yüklendiğini anlatır. Kutsal kitaplardaki vurguyla söyleyecek olursak “arındırıcı” bir işlevdir bu. Hali hazırda dünya adetlerinden biri olan, olan kanı kanla temizlenmek tutumuna da karşı gelen bir mecazdır bu! Dünyada yaygın bir tutum olsa da aslında kan asla kanla temizlenmez. Kan akıtmak, dönüşü olmayan bir biçimde masumiyetin yok olmasına sebep olur. Kutsal kitaplardaki diyaloglarda Nuh Peygamberin masum söylemi de bu manada dikkat çekicidir. Zaten gemiye masumları alarak kendini Tufanın koynuna bırakmış ve masumiyetini korumuştur.

Tevrat’ın Tekvin (6-10) bölümünde nakledilen öyküye göre; Tufandan sonra Tanrı, Nuh’a, “Artık insanlar senin soyundan üreyecek.” der ve dünya hayatı için yeni kurallar belirler. Bir daha insanları Tufan ile cezalandırmayacağını da söyler. Bu ahdinin nişanesi olarak da gökkuşağını göğe yerleştirir.

Güneşli günlerde yağan yağmurlardan sonra gök kuşağını görebildiğimiz her gün Tanrı’nın sözünde durduğunu düşünmememiz için bir sebep yoktur. Bu noktada iş gelip, insanın kendi ahdine sadık kalıp kalmadığı meselesine dayanıyor. Bu soruya olumlu bir cevap vermek neredeyse imkansızdır. Varlık bilincini etik değerlerle inşa etmeyen bir insanlık durumu durağındayız. Bu duraktan dünyadan “cennete” giden bir otobüs geçeceğini, ne yazık ki sanmıyorum. İnanç ve sevgiden beslenmeyen hiçbir bilinç durumu, insanın varlığının nedenini açıklayamaz. Varlığının nedenini anlamlandıramayan insan içinse çıkış yolu olarak, yıkıcı ve bozucu olmaktan başka bir yol görünmüyor.