25 Ocak 2008 Cuma

BİR FİLMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Takva, Yeni Sinemacıların, başarılı filmlere imza atmış bir ekibin merakla beklenen bir ürünü olarak ilgi gördü ve bunu da hak ettiğini düşünüyorum. Antalya’da 9 dalda Altın portakal ve Kanada, Toronta’da; Swarovski Kültürel Yenilik ödülünü aldı. Kendi adıma böyle bir eseri izlediğim için mutlu oldum.

Türkiye’de yirmi yıl öncesinin kesatlığı aşılmış olsa da pek az film yapılıyor. Bu da her filmin, her şeye ve herkese dokunan bir eser olması arayışına belli ki zemin hazırlıyor. Bunda Türkiye’de insanların, yüksek ideallere sahip olmaklığı, anlayışı ile yetiştiriliyor olmalarının payını da zikretmek gerekir. Okumuş yazmış insanların, galiba Fransızlardan esinlenilmiş bir huzursuzlukla (unutmayalım pek çok şeyi Fransızlardan esinlendik. ), hayata bakma zaruretiyle donatılmış olduğunu fark ediyorum. Dayanaksız bir mükemmeliyetçilik arzusu ve tek tip zevk anlayışı eğilimi ile entelektüel hayatımızın yaralanmış olduğunu gözlüyorum. Cyrano de Bergerac sendromu gibi bir şey! Bunlardan söz etmemin sebebi uygulanan eğitim sistemi ve felsefesinin Türkiye insanlarında saf bir bakış açısı oluşmasının önüne cidden engeller çıkarıyor olması. Bir sanat eseri, bir olay ve bir olgu vs. bütün bunları değerlendirirken, milli hisler, dine karşı mesafeli olmak, genel ahlaka uygun olmak gibi birçok edinilmiş parametreden bağımsız düşünemeyen bir toplumsal zihniyetin kıskacındayız. Kendine benzemeyen ve kendi hayatında yeri olmayana duyulan yabancılık ve gizli bir öfke!

Örnekse uzağa gitmeye gerek yok aynı ekibin çektiği “ Gemide” filmini eleştiren pek çok dostum, “Çok küfür ediyorlar” demeden edemedi. Bir gemide sıkışıp kalmış insanların alkol ve uyuşturucu ile haşır neşir bir halde, bekleyiş ve belirsizliğin yarattığı sıkıntıya katlanışındaki çıplaklık ve gizli çaresizlik dikkate değer bulunmuyor. İnsan iradesinin uyuşturucularda eriyip, bir çırpıda içgüdülerin emrine girişinin dehşet verici sonucunun da üzerinde durulmuyor. Gemide olmanın toplum dışı olmaya işaret etmesi de dile gelmiyor. Bu durum “toplumun seçimlerinin” dışında bir hayatı anlattığı için hayatımızda bir karşılığı yokmuş gibi görmezden gelinen ve gerçeklik duygusuna dokunmayan bir hikayecik olarak bir kenara itiliyor. Orta sınıf nezaketimize sığmayan küfür ise narin kulaklarımızı tırmalıyor.

Can Yücel için de böyle olmadı mı? Bir şair ve fikir adamı “Çok iyi küfrederdi” diye anılıyor. Bu anlaşılamaz, öz ile biçimin birlikteliğinden haberdar olmamakla açıklanamaz bir şeydir. Bu ancak felsefesiz kalmış olmakla açıklanabilir. Can Yücel küfrü bir estetik öge olarak kullandı. Hiciv yazıyordu, düşünceleri değil küfürleri dikkati çekti ne yazık ki. Perihan Mağden için de bir başka şey söyleniyor: ‘Dille çok oynamıyor mu?’ Bunu söyleyen İzmirli şair arkadaşım, bir türlü haberdar olamadığı demokrasi bilinci, entelektüel problematikler, zor metinler karşısında duyduğu korku vs. nedeniyle kendi dünyasına hapsolmuş ve kargadan başka kuş tanımıyor.

Zihniyet dünyamızın aykırı ve ayrıksı olana duyduğu ürkekliktir ki; Cemil İpekçi’ye muhafazakar olduğunu söylediği için hem şaşıyor hem de küçümsüyoruz. Türbanın serbest bırakılması konusundaki düşüncesi marjinalite kutumuza sığmıyor. Türban sorununun toplumsal uzlaşma ve özgürlüklerle olan hassas ilişkisi bizi yoruyor. Yıllardır görmezden geldiğimiz kendiliğinden yok olup gideceğini var saydığımız insanların. Yoksul ve taşralı olmaya işaret eden baş örtüsünün birden yeni bir burjuva sınıfının tercihi olarak hayatımıza girmesini anlayamıyoruz. Ben İktidar ve muhalefetin aynı ölçüde demagojik söylemleri olduğunu düşünüyorum. Düşünen insanların, aydınlarımızın üslubu ile toplum ve parlamento arasındaki üslup farkı da ürkütücüdür. Bu ülkenin aydınları da henüz marjinal olmaktan kurtulamadılar. Marjinal ve bir ölçüde de dikkate değer olmamakla malul bulunuyorlar. Eğriltilmiş bir bakış açısının mahkum ettiği, yüzyıl sonrasının değerlerini savunan romantik hayalciler olmaktan bir türlü kurtulamıyorlar.

Takva, ne demektir? Yakın çevrenize sorunuz! Muhtemelen “körü körüne inanmak” cevabını alacaksınız. Kimse bir bilene sormadı mı veya sözlüğe bakmadı mı Allah aşkına! Takva, Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma ( bence Allah’a sığınma) demektir. Vikaye’den türemiştir. Vikaye; kayırma, koruma, esirgeme demektir. Diğer bir türev olan vikayet ise koruma, sahip çıkma demektir. Filmin konusuna yabancılığımız daha ilk kelimeden başlıyor.

Yeni sinemacıların insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapma girişimi ise takdire değer doğrusu. Toplumumuzun % 53’ünün yabancı olduğu bir dünya üzerine bir film yapmış olmaları da. El attıkları konu pek çoğumuzun yok olduğuna inandığı dergah hayatıdır. İnanç sistemlerinin emir ve demirle hatta eğitimle yok olmadığının bilgisi hepimizde vardır aslında. Her inancın kendi locasını, lobisini, evini bir şekilde kurduğunun örnekleri ile dolu bir dünyada yaşıyoruz. Her inanç sistemi imkan bulunca, kendi yenilmezliğinin inancı ile savaşları ve kıyımları da meşru hale getiriyor. Doğuda ve batıda Müslümanlığı kabul edenleri memnuniyetle karşılayan insanlar; yüz yıllardır yan yana yaşadıkları Hıristiyanların varlığına tahammül edemez bir hale gelip, papazları, misyonerleri çocuklar vasıtasıyla yok edebiliyorlar.

Film şehvetten kaçınma eksenine başarı ile oturtulmuş. Burada ilginç olan biz Müslümanlarda bekarlık adeti yoktur. Hatta evlenip çoluk çocuğa karışmak, eşine ve evliliğin getirdiği sorumluluklara katlanmak hem Kur’an hem de Hz. Muhammet tarafından tavsiye edilmiştir. Kahramanımız Muharrem ise, yüksek bir mertebeyi hedefleyerek evlilikten feragat eder. Şeyh efendinin kızı ile evlenip, rahat bir hayat yaşaması çok mümkündür. Bunu tereddütsüz ret eder. Ama ne rüyaları onu rahat bırakır ne de kendisine sunulan görevi ve elde ettiği nüfuzu arzu ettiği feragatle ifa eder. Sonunda ruhsal dengesini kaybeder.

Rahmetli Dayım anlatmıştı: “Ben Rufai dergahına giderdim. Bir arkadaşımla arada bir ayine sohbete katılırdık. Bir gün Basmane’de seks filmleri gösteren bir sinemanın afişlerine bakıyordum. “ Merhaba Selahattin Efendi!” diye bir sesle irkildim. Dergahtan bir ileri gelen yanıma gelmiş, adeta ayıbımı yüzüme vuruyordu. Orada utanç içinde kala kaldım. Bir daha da dergaha gitmedim. O zatın beni utandırmaması icabederdi, bu işler bu şekilde hallolmaz.”

İnsanın nefsiyle mücadele etmesi ne kadar zordur; Mevlana’dan bir kıssa verelim: Melekler sabah akşam Allah’ın huzuruna gelip “İnsanlar şunu yaptı, bunu yaptı, bunlar çok kötü” derlermiş. Cevap: “Ben sizi nurdan yarattım, onların nuruna ise çamur kattım. Eğer size de çamur katsaydım siz de böyle yapardınız!”

Takva’yı bir film olarak başarılı bulduğumu söylemiştim. Bir hikayeyi, aceleye gelmiş izlenimi veren finali dışında, ilgiyi ve heyecanı ayakta tutarak anlatması bakımından, sinemasal tekniklerin uygulanışı, oyunculuk anlayışı, Önder Çakar’ın belli ki çok emek işi olan cesur senaryosu ve samimiyeti açısından çok beğendim. İlginç olan bir başka yan ise bu filmin varoş zihniyetine sahip olduğu düşünülen, eğitimsiz, çocukluğunda Kur’an kursuna gitmiş insanlar tarafından daha doğru anlaşıldığıdır.

13 Ocak 2008 Pazar

GECİKMİŞ BİR İLK SÖZ

Bu sayfaya ilgi gösteren bütün dostlarıma ve blog menajerliğimi sadakatle ve üstün bir performansla yapan Özgün’e teşekkür ediyorum.

Hitler’i anarken belirttiğim gibi “Yenilmezlik İnancı” adını bir Hitler araştırmasından alıyor. Daha önce düşündüğüm isim “Tutkunun Yenilmezliği” idi. Gel gelelim tutku kelimesinin dilimizde son zamanlarda bir anlam daralması ile malul olması, şehvetin günümüz dünyasının yükselen değerlerinden biri olması dolayısıyle aşk-meşk işleri ile sınırlanmış bir anlama işaret etmesi beni bundan alıkoydu.

Sadede gelince; tutku insanın dünya hayatı sürecinde yenmesi gereken bir ego (dinler açısından, nefs) problemidir. Yukarıda belirttiğim gibi aşk macerası ile sınırlandığında romantik ve geçerli bir anlamla zuhur ediyor. Fikrimce aşk dahi hayata nüfuz etmedikçe, yayılıp sevgi olarak dünyaya dağılmadıkça değersiz ve imkansızdır.

Nemrut, Sezar ve Hitler’den söz ederken biyografik bilgiler vermekten, özel hayatlarındaki bazı enteresan anektodlardan mümkün olduğunca kaçındım. Bu üç “kavram” benim için tutkularını gerçekleştirmek yolunda engel tanımaz bir tusinami oluşturan, isimsiz yığınların hayat haklarını elinden alan insanlardır. Tanrısal olanın sadece yok edicilik özelliğini hayata egemen kılan ve bu şekilde Tanrı ile de rekabet eden anlayışın temsilcileri oldukları benim için dikkat çekiciydi. Nemrut’la İbrahim’in macerasını hatırlayalım.

Sadece kendi istek, görüş ve tercihlerini, inançlarını esas alan; tutkularını doyasıya yaşamak geçirmek isteyen “tanrılar” dan yayılan bir basınçla sınırlanmış ve çaresizleşmiş durumda olmak sadece tarihe ait veya antik bir olgu değildir. Bir amaca hizmet etmeğe ikna olmuş insanların liderlerine ne şekilde sadakatle bağlandıklarının modern zamanlarda da pek çok örneğine rastlamak mümkün. Wilhelm Riech, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı adlı kitabında bu tabi oluşu “kitlesel veba”; veba gibi her eve yayılan bir düşünme biçimi olarak tanımlar.

Son söz, sevgili Fazıl Say’ın şikayetçi olduğu mesele ile ilgili, söz konusu hayal kırıklığı sadece Türkiye’ye has bir gelecek projesinin iflası ile sınırlı değildir. Kıta Avrupası’nın Faşizm tekmesini yemiş İtalya ve İspanya dışındaki hemen her ülkesinde bugün muhafazakar ve milliyetçi yönelimler prim yapmıyor mu? Fazıl Say’a bazımız kızdık bazımız ona destek çıktık, bense onun bu naif isyanını saygıyla karşılıyorum. Müzik yegane evrensel iletişim biçimidir ve Tanrısal olmaya en yakın sanattır. Romantik ve kırılgan olmaksa en çok müzisyenlere yakışır
Tanrı yönetmenlerden ve Tanrı romancılardan söz edildiğinde kanıksamayız; Salvador Dali için “büyük mastürbatör” denmesi de bizi şaşırtmaz. Haşa huzurdan bunlar bir yerde doğrudur. İçten içe biliriz ki müzisyenler ilahi olandan beslenen peygamberlerdir. Fazıl Say’a Kavafis’in mısralarını hatırlatmalıyım: Bineceğin gemi yok / Gideceğin yer yok…

2 Ocak 2008 Çarşamba

Adolf Fan Club


Çocukluğum boyunca, büyük bir hikayeci olan annemden savaş yıllarına ait hikayeleri dinledim. Radyosuna bağladığı hoparlörü pencereye yerleştirerek komşularının savaş haberlerini dinlemesine imkan veren Giritli Hüseyin sayesinde İsmet İnönü’nün Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini açıkladığı konuşmasını dinlemiş. “Saat birdeydi bu konuşma” diyor, “Heyecanla beklemiştik. Bütün mahalle pencerenin altına toplanmıştı, gününü hatırlamıyorum daha çocuktum ama çok sevinmiştik, herkes bayram etmişti.”

Annem 1933 doğumlu, 1939’da, yani savaş çıktığında altı yaşındaymış. Savaş bittiğinde ise 12 yaşında. Annem hayatı boyunca bu savaşın çocukluğuna damga vuran ölüm ve yıkım haberlerinin etkisinden daima söz eder. İnsana kötü bir şaka gibi gelen sabun yapma meselesini ve gaz odalarını dehşetle hatırlar. Bütün bu imgelerin bir çocuğun muhayyilesini ne denli tahrip etmiş olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Bu nesil belki bu yüzden çok ümitsiz, çok hüzünlü ve kendini güvende hissetmek konusunda mütereddittir. Karneyle ekmek alınan günlerde adam başı bir çeyrek ekmek için fırında sırada bekledikleri ve şeker bulamadıkları için kuru üzümle çay içtiklerinden bahseder. Anneannemin dalgınlıkla tuzu şeker kavanozuna boşaltması hadisesini ise o günü tekrar yaşıyormuşçasına biraz üzgün dile getirir. Ara sıra esefle, “Yunanlılar kedileri kesip yemek zorunda kaldılar.” der. Annem ve babam mensubu oldukları neslin “iktisat yapma” ve bir gün lazım olur düşüncesiyle bazı ıskartaya çıkmış nesneleri saklama alışkanlıyla; belli ki savaş yıllarının yokluk ve yoktan yaratmak sitiline daima sadık kaldılar. Annem İzmir’de orta halli bir muhacir ailenin çocuğu olarak Ege’nin karşı kıyısına kadar gelen savaşın dehşetini hissetti ve acı çekti ve hala unutmuş değil.

Bense Anna Frank’ı düşünüyorum: Anne Frank 1929’da doğmuştu, Mart 1945’de Bergen-Belsen toplama kampında öldü. Anne Frank Yahudi soykırımının en samimi belgelerinden birini arkasında bırakarak dünyamızdan ayrıldı. Ömrü vefa etseydi hiç kuşkusuz, sevecen ve etkili bir yazar olurdu. Kendisine küçük bir saygı duruşu olarak bir alıntı yapıyorum: “Amsterdam, 29 Mart 1944. savaşın üzerinden yıllar geçince, beki 10 yıl sonra, Yahudilerin burada (sığınakta) yaşadıkları, konuştukları, burada yemek yedikleri anlatıldığı zaman inanılmaz bir şey olacak sanki, öyle değil mi? Sana o kadar şey anlatmama rağmen sen bile buradaki hayatın yalnızca bazı kesitlerini biliyorsun. Örneğin: Her Pazar günü bombardıman altında kaldığımız, 350 İngiliz uçağı yarım milyon kilo dinamiti Ymulden üzerine bıraktığı ve evler sarsıldığı zaman, sonra buradaki salgın hastalıkları öğrendiğimiz zaman; bayanların nasıl korktuğunu… Daha bir çok şeyi bilmiyorsun eğer sana her şeyi bildirecek olsaydım, gün boyu sürekli yazmam gerekirdi. İnsanlar sebze veya o an alınabilecek ne varsa onu almak için kuyruk oluyorlar. Hekimler hastalara gidemiyor; çünkü otomobilleri veya o hala yerli yerindeyse otomobillerinin lastiği çalınmış oluyor. Sık sık soygunların, hırsızlıkların olduğundan söz ediliyor.(…) Halkın ruh hali iyi değildir herhalde. Haftalık tayınla idare etmek çok zor. Çıkartmadan hala ses yok, erkekleri Almanya’ya götürüyorlar. Çocuklar beslenemiyor ve hastalanıyorlar. Hemen hemen bütün insanların üzerlerinde kötü kıyafetler ve kötü ayakkabılar var. (…) Arka avlu kaynıyor. Üzerinde çok konuşulan, ama gerçek olamayacak kadar güzel ve masalsı olan, o kadar özlenen o kurtuluş yaklaştı mı yoksa? 1944 yılı bize zafer getirecek mi? Bilmiyoruz, fakat umut bize can veriyor, cesaret veriyor,bizi güçlendiriyor. Çünkü korkuyu, yoksullukları,acıyı cesaretle karşılamalıyız; şimdi mesele sakin ve sebatlı olmakta. (…)”

Aile albümümüzde dedelerim Münir ve Mehmet Ali Efendilerin, büyük amcamız Ali Rıza Beyin, genç yaşta ölen yakışıklı Niyazi Amcanın, büyük halamızın eşi Şef tren Emin Dedenin fotoğraflarda Hitler bıyığı ile karşıma çıkmaları; bende elimde olmadan bir infial yaratır. Aileye Nazilerin sızmış olma ihtimalinden dolayı değil elbette, bilirsiniz işte; esasen bu bıyık Karanlıklar Prensinin sağ kolu olan bir zalimle özdeşleşmiştir. Hitler ve karanlık yandaşları Rudolf Hess, Göring, Goebbels, Himmler ve diğerleri 62 milyon insanın akıldışı bir sebeple ölüme gönderilmesine rehberlik ettiler.

Adolf Fan Clup meselesine ilk örneği vermeliyim şimdi: Söz konusu insan akraba kadar yakın bir aile dostumuz. Başarılı bir meslek yaşamı olan bir asker. İki yabancı dil bilen, müzik aşığı ve ilk opera deneyimimi Rigoletto ile bana yaşatan bir centilmen… Bir gün Hitler’i kınayarak: “ Almanya’nın en muharip neslinin mağlup olmasına sebep oldu.” dedi. Hitler’i bu başarısızlık nedeniyle kınaması benim donup kalmama sebep oldu. Yani Naziler galip gelseydi… Hitler’in “yenilmezliğine” olan inancı haklı çıksaydı. Bu centilmen onu takdir mi edecek?..

Hitler’in bir tür inançla, “Yenilmezlik inancı”yla malul olduğu söylenmiştir. Hedefine ulaşamamasına rağmen çok büyük bir yıkıma sebep oldu ve unutulması çok güç olan acılara neden oldu. Bendeniz de okuduğunuz sayfalara, Hitler araştırmalarında söz edilen bu kavramdan ilham alarak bu ismi verdim.

Hitler’in müthiş bir performansla yükselmesi, görüşlerinin sadece çevresindeki yüksek rütbeli on-on beş kişiye indirgenemeyecek bir şekilde, yaygın olarak kabul görmesi, açıklanması hiç de kolay olmayan bir durumdur. Nazi elitlerinin, başta Hitler’in, Hess, Göring ,Goebbbels ve Himmler’in yaygın olarak; cani ruhlu, hasta ruhlu ve deli olarak tanımlanmaları meseleyi çözmek için yeterli olmuyor. Çok yaygın hiyerarşik bir sistemle, nasyonal sosyalist önderlik; “Führerlik” müessesesi yerel ve en küçük birime kadar yaygınlaşmıştır. Bu önderlerin binlerce olduğunu göz önüne alırsak insan tabiatının derinlerine bir yolculuk yapmak zaruretiyle karşılaşırız. Şöyle ki: Hitler ve arkadaşları için sağlıklı ruhlar demek imkanı yoktur. Aynı zamanda bu akıldışı sürece katılan hiyerarşiye boyun eğen ve itaatle katılan ve onca şiddette haklılık payı veren sıradan insanlar için doğruluğu onaylanacak bir kavram bulamak imkansızdır veya onları tanımlayacak, bir iddialı cümle de kuramayız. Bütün Almanlar delirmişti diyenler vardır ama bu ne ifade eder ki? Dikkatlerden kaçmaması gereken şey, bir inanç kayması durumuyla karşı karşıya kaldığımızdır. Avrupa medeniyetinin aydınlanma çağından itibaren inşa ettiği hümanite ve özgürlük anlayışı; buna bağlı olan demokratik arayışlar ve sosyalizm projelerine kadar geçen sürecin bir çırpıda imha edilmesi veya tersine çevrilmesi Alman toplumunda bu inanç kaymasının gerçekleşmesini mümkün kılmıştır. Birinci Dünya savaşından sonraki ekonomik çöküntünün ve yüksek işsizlik oranının yarattığı çaresizlik ve geleceği kuramama endişesinin bunda büyük bir payı vardır. Bu inanç kaymasını tamamiyle ekonomik koşullarla açıklamak işin kolayına kaçmak olur. Bu inanç kaymasının etkileri Nazilerin yenilmesi ve cezalandırılması sonrasında da sürdüğüne dikkat etmek gerekir.

Hitler’in çok pratik bir biçimde enternasyonal sosyalizmden aldığı kavramları nasyonal sosyalizm adı altında yeniden tanımladığını biliyoruz. “Romantik” bir düş yerine, reel bir proje kurmuştur. Bu proje en basit insanın bile rahatça anlayabileceği sadeliktedir. Emir komuta zinciri içerisindeki her bireyin kolayca uygulayabileceği direktifler yoluyla hiçbir inisiyatife ve her hangi bir duygusal yoruma müsaade etmeyen bu sistem tıkır tıkır işlemiştir. Kendini çarkın (Gamalı Haç) dişlilerinden biri olarak gören her insanın kolayca ne eylemler yapabileceği de bu sayede ortaya çıkmıştır. Almanya’da Yahudiler’e karşı yürütülen politika yavaş yavaş şiddeti artan bir dozda uygulanmıştır; muhalifler (ki var olduklarından haberdar olmasak rahatça yoktu diyebiliriz) marjinal ve sapkın (acımasızca tutuklanıp cezalandırıldıklarını unutmayalım) durumunda kalarak etkin bir söylem ve eylem için taraftar bulamadılar. Hitler’in söylemi çok güçlü ve her gün yeniden oluşan bir dinamiğe dayanır. Esasen toplum, Führer’in uygun görmediği hiçbir konuda bilgilenme şansına da sahip değildi!

Sözünü ettiğim inanç kaymasının inşasında Hitler’in Hıristiyanlık yorumunun da etkisini az değildir. “Hitler bir demogoji oluşturmuş ve etik değerlerin Yahudi değerleri olduğuna insanları ikna etmeyi başarmıştır. Hitler din operasyonu diyebileceğimiz süreçte önce “pozitif Hıristiyanlık” adını verdiği, mezhep ayrımı yapmayan bir din anlayışından söz etti. Daha sonra ise “Kendi kaderini Tanrı’ya bağlamayan, Yahudice acıma duygularından arınmış” bir “Alman Hıristiyanlığı” kavramını ortaya çıkardı. Protestanlık Martin Luter ( bir Alman!) tarafından Batı kilisesinin Yahudileşmesine bir tepki olarak kurulmuş bir mezhep olarak; “milli Hıristiyanlık” olarak tanımlandı. Daha sonra Nasyonal Sosyalist Hıristiyanlar grubu ve onların fanatik uzantısı SA- Christi bir “Alman Kilisesi” oluşturma çalışmalarına giriştiler. 1933’de Nazi papaz Müler, Protestan Kilisesinin başına getirildi. 1935’de Dahlem Kilisesi rahibi Martin Niemöller öncülüğünde milliyetçi ve ırkçı dünya görüşü lanetlendi ve akabinde 700 papaz tutuklandı ve toplama kamplarına gönderildi. 1936 yılında Katolik okullarının kapatılması ve Katolik gençlik örgütlerinin feshedilmesinden sonra; Vatikan Hitler’in dini hiç de kaale almadığını görerek bir bildiri yayınladı: “Tasamız Yüreğimizi Yakıyor”. Bunu üzerine, Nazi Devleti anti-Katolik bir kampanya başlattı. Artık sıra Katolik din adamlarındaydı. Birçok Katolik papaz temerküz kamplarına gönderildi. 1937’den sonra rejim alenen dinsizleşti; zaten Führer ve resmi ideoloji tanrısallaşarak fiilen dini bir görünüm kazanmıştı.” (geniş bilgi için:Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3. cilt, sayfa 821-822)

Nazilerin alameti farikası olan gamalı haç (doğuda kutsal svastika) için de derler ki, Hitler bu işareti tersine çevirerek taşıdığı kutsal anlamı da tersine çevirmiştir. Nazi ideolojisinin birçok değeri tersine çevirmiş olmasından ilham alınarak bu yorum yapılmış olabilir.Belki de bir tür büyü yapıldığı ima ediliyor! Bunun doğruluğu kanıtlanacak kadar bilimsel olmasa da iyi bir buluş olduğu söylenebilir. Kulağa şiirsel gelmesi ise dönemin mana olarak bir çok kavramı tersine çevrilmişliğini çok iyi taşımasından sanırım. Soldan sağa dönmeyi işaret eden svastika “açma” yönünü gösterir ve bu aynı zamanda enerjinin hareket yönüdür; bu haliyle svastikanın hayatın idamesini temsil ettiği doğu kültürlerinde yaygın olarak kabul edilir. Bir başka açıdan bakarsak gamalı Haç aslı olan svastikaya nazaran, 45 derece döndürülmüştür. Bu çevirme hareketi de bir enerjinin şiddetle harekete geçmesi anlamını taşıyor mu acaba? Nazi seçkinlerinin gizli ilimlere olan ilgisinden söz edilmiyor olsaydı; bu konuya girmek istemezdim. Gamalı Haç, şiddetin büyük ölçüde meşrulaştığı ve faillerini de mefullerini de bir çarkın içine aldığını ifade etmek açısından ise oldukça manidar bir amblemdir. Nazilerin dans teorisyeni Rudolf Bode’nin öğrencisi olan bir genç dans üzerine konuşuyor: “ Dansta doğanın temel yasalarını yeniden yaşarız. Kavalyeyi düşünecek olursak, onun temel hareketleri hamle yapmayı andırır; kaçınılmaz olarak askercedir. Dama gelince, onun dairesel biçimde olan içgüdüsel hareketi, svastika ile bağlantılı olan dairesel bir harekettir; svastika da sonsuz dairesel hareketi ifade etmesiyle hayatın runik bir harfidir.”

Nazilerin kötülüğün meşrulaşmasına katkıları kuşkusuz çok büyüktür. Himmler’in uyguladığı metodik şiddet; gaz odaları, insan bünyesi üzerinde uygulanan deneysel çalışmalar, aç-bilaç mahkumların ölesiye çalıştırılmaları vs. sonucunda insafsızlık ve insan hayatının değersizliği anlayışı kendine bir yol bulmuştur. Modern çağın en büyük felaketi bu şekilde etik değerlerin anlamsızlaşması ve her şeyin kazanmak ve kendi yenilmezliğini kanıtlamak açısından sınanmasıdır.

Elbette biliyorsunuz, Hitler’i sevdiğini söyleyen insanların sayısı hiç de az değildir. O’nun dehasını takdir eden birçok sıradan insanla karşılaşmak sürpriz değildir. İşin ilginç yanı bu insanlar karıncayı bile incitmediklerini de söylerler. Doğrudur da, burada dikkate değer olan meşrulaşmış şiddetin mağduru olmak yerine faili olmak adına olmasa da, failin yanında olmak, “güvende” olmak isteğiyle bunu söylüyor olmalarıdır. Modern dünyanın sakinlerine Nazilerden kalan miras: Tanrı’nın ve adaletin öldüğünü haykıran sıradan insanların cızırtılı sesidir. Bu durum entelektüel ve varoluşsal çabalar sonucunda ulaşılabilecek, “bilgece” bir ateist inançla hiçbir benzerlik taşımaz. Bu korkuların yönettiği insanın şiddetin nesnesi olmaktansa, şiddetin öznesine yakın durma tedbiridir.

Bir fantezi yapalım: Hitler söylendiği gibi intihar etmedi Rus askerleri tarafından esir alındı. Buz denizi kıyısında küçük bir kalede on yıl kadar hapis kaldı. 1955’de CIA tarafından kaçırıldı. Washington DC’de bir yer altı üssünde alıkonuldu. Amerikalılar tarafından sonu gelmeyen şeytani planlarından ilham almak üzere özenle korunuyor. İlerlemiş yaşı nedeniyle her gün bir doktorlar ordusunun kontrolünde. Hitler Pentagon’un planlarını eleştiriyor ve stratejilerine yol gösteriyor. Karanlıklar Prensi yaşıyor!

Karanlık güçlerden söz ediliyor olmasının kanıksanmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu durum herkesi kuşatan kara bir hale gibi korkunun yaygınlaşması, normalleşmesi, zihinlerin doğal hali, gündelik hayatın gerçeği olarak soluduğumuz bir ümitsizlik atmosferi yaratmaktadır. Nazilerden kalan mirasın bir sonucu olarak, ümitsizlik de hayatımızda meşru bir yer almıştır.

Nazilerin arasında lüks ve gösteriş düşkünlüğüyle ünlenen Göring, ona Parfümlü Neron derlerdi; “ Benim vicdanım yok! Vicdanım Adolf Hitler’dir. Aldığım önlemler bir takım hukuki mülahazalarla malul değildir. Hakkaniyet gösterecek halim yok; benim işim yok etmek ve kökünü kurutmaktır, o kadar. Nesnelliğin (empatinin) ne demek olduğunu bilmediğim için yaradanıma müteşekkirim.”

Göring de yaşıyor mu yoksa!