14 Nisan 2020 Salı

MEDİNE'de MUHAMMET, YESİ'de AHMET



Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Talep edenlere inci cevher saçtım ben işte
Riyazeti sıkı çekip, kanlar yutup
"İkinci defter" sözlerini açtım ben işte


Hoca Ahmet Yesevi'yi, Tasavvuf Tarihinin bu menkıbevi  kahramanını  tanımaya çalışıyorum. Bu gerçekten zor, çok zor oldu çünkü Hazretin hayatı ve eseri hakkındaki bilgiler son derece kısıtlı. Türk Tasavvuf Coğrafyasının  pek çok şahsiyeti gibi Hoca Ahmet'in hayatı da menkıbevi bir şekillenişle günümüze ulaşmıştır.

Hoca Ahmet Yesevi hakkında bilgi isteyen herkes tıpkı benim yaptığımı yapıp menkıbevi hayatının hikayesine kolayca ulaşabilir. Soruları sorunca sanal alem hakkıyla cevaplıyor. İnternetten Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumunun bildirilerine ve Ahmet Yesevi Üniversitesinin sitesinden basılmış eserlerine ulaşılabilir. Daha derin ve akademik bir bilgi içinse Prof. Fuat Köprülü'nün, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı (uzmanlar bu çalışmanın henüz aşılmadığı kanatinde) son derece detaylı ve titiz bir çalışma olan esere başvurabilir.

Prof. Köprülü, Ahmet Yesevi kimliğini oluşturmak için çok büyük bir emek harcamış. Hazretin menkıbevi hayatı, tarihi hayatı, halifeleri ve tarikatı, eseri, tesirleri ve takipçileri konusunda çok etraflı bilgiler vermiştir.

Hoca Ahmet'in hayat hikayesinin üzerindeki perdeyi Divan-ı Hikmet kaldırıyor adeta. Yüzyıllar içinden süzülüp gelmiş bir eser. Çeşitli kütüphanelerden derlenmiş nüshaları var. Orta Asya'da "kam" denilen ozanlar tarafından müzik eşliğinde yüz yıllardır dile getiriliyor. Aynı şekilde Anadolu ve Balkanlarda da ozanlar çalıp söyleye gelmişler. Fuat Köprülü, Divan-ı Hikmet'in edebi zevke hitap etmeyen bir eser olmasından dem vuruyor: "Ahmet Yesevi büyük bir şair değil sadece mutasavvıftı..." diyor. Yine Köprülünün dikkat çektiği bir bir nokta "...Ahmet Yesevi esasen O devrin bütün sufiyane telakkisini tamamiyle kavramış mühim bir şahsiyetti. "  diyor ancak hitap ettiği "iptidai" topluluğun anlayacağı şekilde konuşmak zaruretinde olduğunu "Tasavvufi hakikatleri, ancak muhataplarının kabiliyet ve idraki derecesinde" açıkladığını da sözüne ekliyor.

Dünya antropolojik olarak bazı toplumların iptidai olarak nitelendiği yılları geride bıraktı diyebiliriz. Bu bakış açısı sadece kendilerini medeni gören Batı Medeniyetinin ve misyonerliğin bakışıdır. Keşfettikleri topraklardaki hayat biçimlerini ne denli küçük gördüklerini biliyoruz ve işledikleri insanlık suçlarına hiç değinmeyeceğim. Ama belirtmeliyim ki Köprülü'nün yaşadığı yıllarda  bazı toplumların iptidai olduğu söylemek çok mümkündü ve bu kabul görürdü. İptidai derken göçebe Türk topluluklarından ve bu kültürden söz ediliyor.

Bu göçebe toplumun, İslam diniyle tanışması, Orta Asya bozkırlarında kulaktan dolma bilgilerle bu dine katılmalarında bir sorun olması kaçınılmazdı kuşkusuz. Hoca Ahmet'in fonksiyonu ve önemi burada ortaya çıkıyor.

Hoca Ahmet iyi yetişmiş Arapça ve Farsça bilen birisiydi. Devrin en önemli mutasavvıflarından feyz almıştı. Bu günkü tabirle Türki dillerden başka dil bilmeyen bir halka hizmet etmeyi seçti. Amacı, bilmedikleri bir dilde kutsal kitabı olan, aslen Arapça olan Kuran-ı Kerim'deki hakikati onlara duyurmaktı. Hikmetleri vasıtasıyla onlara Kuran ve Hadislerdeki emir ve tavsiyeleri Türkçe ile ifade etti. Menkıbeye göre doksan dokuz bin öğrenci yetiştirdi. Yesi şehrinde kurduğu dergah yoksullara, yolculara kucak açan bir imaret işlevi de görüyordu diyenler çoğunlukta. Buradaki maceranın etkisi Orta Asya Türklerini çok etkilemiş olmalı ki menkıbe Hoca Ahmet'e çok yüksek bir nüfuz vermiş. Hoca Ahmet'in yetiştirdiği öğrencilerini Anadolu ve Balkanlara irşat görevi ile gönderdiği ve günümüzde özellikle Balkan Müslümanları arasında halen bir pir olarak anıldığını biliyoruz. Arap Coğrafyasında ve Kuzey Afrika'da Yesevi tarikatının dergahları da mevcut.

Diğer yandan Köprülü'nün ifade ettiği gibi bu hikmetler edebi zevke hitap etmekten uzak olmakla birlikte tereddütsüz bir biçimde sarih ahlaki tavsiyelerle, nasihatlere bezenmiştir. Ayet ve hadislerin Türkçe'de ifade edilmesi ve açıkça yorumlanması bozkır kültürünün İslami hakikat ile tanışmasında büyük bir rol oynamıştır. Aynı yüzyılda Farsça çok yetkin bir tasavvuf şiiri ve felsefi bir paradigma ile bu günkü İran topraklarında boy göstermekteydi. Büyük Selçuklu Devletinin dili Farsça idi. Bu nedenle Köprülünün edebi değer ve felsefi düzey açısından bir kıyas yapmış olmasını anlayabiliriz fakat araştırmacıların ve takipçilerinin ısrarla üzerinde durdukları mesele Türklerin dini prensipleri kendi dillerinde idrak etmelerinde Ahmet Yesevi ekolünün büyük bir katkısı olduğu yönündedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anılarında bahsettiği "Avrupa kompleksim" diye ifade ettiği duruma bir gönderme yapmak istiyorum. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Entelansiyasının bu kompleksle maruf olduğunu çocukluk yıllarımdan ben de biliyorum. Hala bu kompleksin izlerinin tamamiyle silindiğini söyleyemeyiz. Buna paralel olarak Türk milliyetçiliğinin Turancı veya Atatürkçü milliyetçilik akımları da; Türklerin Türkçe konuşması ve halk Türkçesi ile yazılmış Türk Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı şiirlerini  asıl edebiyatımız gibi görmekte ısrarcıdırlar. Mesela ben 1957 yılında doğmuş biri olarak, eğitim hayatım boyunca Halk Edebiyatının hak ettiği övgüyü fazlasıyla aldığı ama Divan Şiirinin halktan ve hayattan kopuk, güzel sevmek, şarap içmek gibi konuları işleyen bir zevk ü sefa edebiyatı olduğu algısına maruz kaldım. Mevlana'nın ve Koca Yunus Emre'nin mesajını sadece hoş görü mesajı açısından öne çıkaran Hümanist Entellektüellerin de oluşturulan algıda payı vardır. Bu meseleye değinmek istememin nedeni edebiyat tarihi araştırmalarının bu gün bile belli bir yönteme dayandırılmıyor olması. Bazen komplekslerle ve menkıbelere yeni menkıbeler ekleyerek meselelere yaklaşıyor olmak konusundaki tutarsızlığımız.

Hoca Ahmet'in Divan-ı Hikmeti henüz akademik bir disiplinle tasnif edilmedi. Orijinal metne ulaşmak için dil, söyleyiş ve tasavvufi eda gibi bir çok açılardan elimizdeki nüshaları incelenmesi gerekiyor. Hoca'nın takipçileri tarafından "Yesevi" mahlası kullanılarak söylenmiş dörtlükleri ayrıştırmak için çalışmalar yapılması icap ediyor. Bu hükmü hatırı sayılı uzmanların sözlerine dayanarak söylüyorum.

Tasavvufi Dünya görüşünün Türkiye'de ve Dünyada yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Bir süre dönem Aydınlanma hareketinin dünyayı deney ve gözleme dayanmayan hiç bir önermenin kabul edilemeyeceği prensibine davet ettiği ve insanların spiritüel vasıflarının yok sayıldığı, küçümsendiği bir dönemdi. İmdadımıza yetişen kuantum fiziğinin buluşları oldu. Artık dünya enerjinin, zamanın, ışığın ve maddenin ilişkisini kuantum fiziğinin açılımıyla algılıyor. Bu gelişme kuşku yok ki önümüzdeki asırlarda bir dönüm noktası ve belki de yeni bir çağın kapısını açan  bir devrim olarak  nitelenecektir. Buna binaen bilindiği gibi   SSCB yıllarında, sözüm ona sosyalist bir devletin sınırlarında yaşayan Orta Asya'daki Müslümanlar; Kazaklar. Özbekler, Türkmenler yoğun bir baskı altındaydılar ve dini özgürlüklerinden uzak yaşadılar. Divan-ı Hikmet'i adeta bir kutsal metin gibi hafz etmiş ve benimsemiş olmalarının kendilerini ayakta tutuğunu ve bu günkü varlıklarını ona borçlu olduklarını söylüyorlar.Bu konuda Ahmet Yesevi Belgeseli bazı fikirler veriyor. belgeseli çok kuru ve başarısız bulmakla birlikte...



Tasavvufun en önemli meselelerinden biri olan ahlaki duruş, Ahlak-ı Muhammedi olarak ifade edilen mana ne yazık ki günümüzde İslam Coğrafyasında maalesef hayata geçmiyor. Şeklen müslüman olmak yeterli görülüyor. Buna nispetle Hoca Ahmet'in çabası ve etkisinin kıymetini yeniden anlamak ve onunla tanışmak çok heyecan verici.

Sünnet imiş kafir de olsa verme zarar
Gönlü katı gönül incitenden Allah şikayetçi
Allah şahit öyle kula "siccin" hazır
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte"

(Siccin, burada: Şakilerin, kötülerin, ve azab olunan ruhların koyulduğu yer anlamındadır.)

Hoca Ahmet'in isminin anılmasında çok hizmet verenlerden biri; Eski Kültür Bakanımız, Ahmet Yesevi Üniversitesinin kurucularından olan ve on dört yıl boyunca Mütevelli Heyeti Başkanlığını yapmış olan Namık Kemal Zeybek. Namık Kemal Zeybek iyi bir hatip ve doğrusu karizmatik bir insan. Hoca Ahmet Hazretlerinin atmış üç yaşından sonra, ki cihan sultanı Peygamberimizin vefat ettiği yaş,  uzlete girmesi konusunda söylediği şu: Uzlette Atmış yıl daha yaşadı! Hacı Bektaş Veli ile görüştü.  Hoca Ahmet'in atmış üç yaşından sonra dahası atmış yıl uzlette yaşamış olması mümkün mü, mümkün veya değil. Önemli olan bunun hangisinin yani Hoca Ahmet'in kaç yıl yaşadığı değil Namık Kemal Zeybek'in ona vermek istediği tesir kabiliyeti. Namık Kemal Zeybek onun Hacı Bektaş Veli ile görüşmüş olduğuna ikna olmuş. Buna ben de kaniyim. Muhakkak görüştüler, mutlaka görüşmüşlerdir. Belki de şu fani dünyada en kolay olan şeylerden bir velinin diğeri ile görüşmesidir.

Zeybek, Aşk Yolu adlı kitabında yukarıda bahsettiğim orijinal hikmetleri ayrıştırdığını söylüyor. Kitabı okumadım ama seyrettiğim videoların hepsinde Zeybek çok etraflı bilgiler veriyor.

Menkıbeleri seviyorum. Masalları pek de sevmem. Menkıbe de rahmani bir damar vardır, ümit ve mucize doludur ve mevzu bahis olan şahsı yüceltir. Masallar dünyevi ve yer yer şeytani bir damardan besleniyor gibi gelir bana.
Namık Kemal Zeybek, menkıbeye katkıda bulunup yüz yirmi üç yaşına kadar yaşadı ve Hacı Bektaş Veli ile görüştü ve Anadolu'ya (Diyar-ı Rum) görevlendirdi  diyor. Bektaşi Geleneğinin bu sayede yol aldığını söylüyor. Nakşibendilikle Hoca Ahmet'in bir alakası olamayacağını iddia ediyor. Neden:
Ahmet Yesevi Üniversitesinin hali hazırdaki Mütevelli Heyeti başkanı olan Prof. Musa Yıldız onu Nakşibendiliğe de etkisi olduğunu söylüyor.

Mahmud Erol Kılıç ise Ahmet Yesevi'nin iddia edildiği gibi Türk ve Anadolu Müslümanlığının yegane mimarı olması konusunda: "Sadece damarlardan biridir" diyor.

Sözü söyledim, her kim olsa cemale talip
Canı cana bağlayıp, damarı ekleyip
Garip, yetim, fakirlerin gönlünü okşayıp
Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte
...
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol
Öyle mazlum yolda kalsa yoldaşı ol
Mahşer günü dergahına yakın ol
Ben-benlik güdenlerden kaçtım ben işte

Hoca Ahmet uzmanı değilim ama bütün bu hikayeden anladığım onun Türk Tasavvufu mecrasına etkisi ve Dini Halk Edebiyatına verdiği ilhamdır çünkü Yesevi mahlasıyla yazılmış ve Hoca'ya atfedilen derlenmiş veya belki de  Sözlü Tarihin tozuna, dumanına karışmış birçok "Hikmet" vardır.

İslam Ansiklopedisinden naklediyorum:
"Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata idi. Mansûr Ata 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Ata, Abdülmelik Ata’nın vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengi Ata irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Ata, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Ata’dır. Hakîm Ata Hârizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata idi. Zengi Ata’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir.
...
Divan- Hikmet Ahmed Yesevî’nin “hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.
...

Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrname ise ... Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).)"

Ahmet Yesevi Hazretleri ile ilgili olarak söylenen söz çok dikkate değer: "Medine'de Muhammet, Yesi'de Ahmet." Bu söz; Türkler tarafından Hoca Ahmet Yesevi'nin tebliğ görevini benimseyerek Arapça bilmeyen, "iptidai" Türklere Kuran- Kerimin özünü ve Kutsi Hadislerdeki  manayı açıklamak adına verdiği çabayı layıkıyla anlatıyor.


3 Ağustos 2013 Cumartesi

Satranç oyununu 15- 16 yaşlarındayken rahmetli babacığımdan öğrendim. Bana sözle değil ama tavırlarıyla, hamleler ve stratejilere önem vererek davranmanın çok da iyi bir şey olmadığını da öğretti. Satrancı başarıyla oynadığım zamanlar çok düşman kazandım. Alenen olmasa da bana rakip olan insanların verdiği olumsuz mesajlardan hoşlanmadım. Aşk dışında hiç bir tutkuya kapılmamayı bana satranç oynamak öğretti. Tutkuya kapılsam da tutsak olmamayı da ayrılıktan öğrendim.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Hayat Devam Ediyor

Café Colette yeniden faaliyete başladı.

Hayatım boyunca beni hayatın kıyısına bu kadar iten bir başka sevgilim olmadı. Colette ile yaşamak için uyulması gereken bir sürü kural vardır. Colette sizden herşeyi kendisi için yapmanızı bekler. Mesela: Sabah kahve keyfi yarım kalabilir, günboyu soğumuş çay yudumlanır, günlük haberlerden uzak kalınır, sinemaya veya bir konsere gidemezsiniz ama Colette gelenler bütün bunlardan daha önemli bir heyecan getirirler.

Colette'nin bu ikinci açılışını vezir gambitine benzetir gibi oldum; riskli ve ustalık isteyen hamleler yaptık. Ne de olsa artık tecrübeliyiz. Başardık da galiba, bu başarıda ziyaretleri ve armağanları ile bize destek olmayı seçen o kadar çok insan varken zaten başarmamak imkansızdı. Yanımıza gelemeyip dualarıyla destek olanların varlığından da şüphemiz yok. Sonuç olarak bütün bu dostlara kalbimizi ve kapılarımızı açtık.

Küçük Colette'den, ilk deneyimimizden yeni yerimize taşınan eski dostluklar bizde bir şükran duygusu uyandırmakla kalmadı, hayatla bağımızı da kuvvetlendirdi. Herşeyin gelip geçici olduğu bu dünyada dostların olmasından, dostların bir araya gelmesinden kuvvet almak çok güzel.

Yaşadığım zor yıllar bana hayatta en önemli şeyin insanların değerleri olduğunu öğretti. Değerlerine sahip çıkan insanın asla yenilmeyeceğini de öğrendim. Elden gidenlerin geri gelebileceğini, kaçan fırsatların ansızın önümüze çıkabileceğini farkettim. Yokluğun yoksunluk yaratmamasının küçük sırrı insanın değerlere sahip olmasındaydı. İnsan sahip olduğu değerler tarafından yönetildikçe güçleniyordu. Bu pragrafı son 7 yıldır yaşadığım süreci sonsuz bir dikkatle hergün irdelemenin sonucunda yazdım. Değerlerin insanları hedeflerinden uzaklaştıracağına dair adı konulmamış bir inancın insanları yönettiğini farkettiğimde kırklı yaşlarımın ortasındaydım. Daha önce defalarca bu hataya düştüğümü farkettiğimde ise kendime doğrusu çok kızdım. Olaylarla ve insanlarla hesaplaşmayı bir tarafa bıraktım. Şu veya bu nedenle kaybettiğim herşeyin asla benden uzakta olmadığını anlamam böyle bir sürecin sonunda oldu.

Geçen haftalardan birinde sevimli bir hanım bütün öğle sonrasını beni aramakla geçirmiş bir halde bana ulaştı. "Sizi bulmam bir mucize." dedi. Elinde Osman Akalın tarafından yazılmış bir roman: Yükseklerde, Arka Oda yayınlarından çıkmış.

Osman Akalın, Kayseri'de yaşayan bir doktor. Kendisi ile hiç tanışmamışız ama vaktiyle Kötü Tüccarlar'a yazmış ve kitabı çıktığında da bizi unutmamış. Kayseri'de kitabı bana ulaştıran Aysun Hanımla tanışmışlar. Osman Bey, Aysun Hanımın İzmir'li olduğunu öğrenince Kitabı bana ulaştırmasını istemiş. Aysun Hanım elindeki; Fatma Özkalay, Café Colette ve Alsancak bilgileriyle ben fakir, Gülevi'nde kahve içerken bana ulaştı: Mucize sizsiniz Aysun Hanım!

Osman Akalın'ın kitabını okudum. Yükseklerde, terör bölgesinden insanların anlattığı bir hikayelerle örülmüş bir roman. Çok başarılı, başarısı insanı insan olarak, sadece insan olarak tanıtmasında. Asker, doktor, öğretmen, terörist kimliklerini ikinci sırada bırakarak. Keşke bu hikayeler daha çok yazılsa dedim. İçinde "bölücülük" paranoyası olmayan, kin ve nefret saçmayan hikayeler bizi biraz kendimize yakınlaştırıyor sanki.

Osman Akalın, size teşekkür ediyorum. Yürekli olduğunuz ve namuslu olduğunuz için de kutluyorum.

21 Haziran 2009 Pazar

KONSTANTİNİYYE’Yİ İSTANBUL YAPMAK


Uzun süredir Fatih ve Akşemsettin üzerine okuyor ve düşünüyorum. Anlamaya çalıştığım şey tarihi kayıtların az ve hatta güvenilir olmaması ve bazı bilgilerin birbirini tutmaması ile ilgili değil. Menkıbelerin destansı büyüsüne kapılıp manevi bir coşku ile yetinmek de değil.

İstanbul’un fethinin sonuçları üzerine okur-yazar olan herkesin az da olsa fikri vardır. Fethi hazırlayan koşullar için de aynı şey söz konusudur. Az çok biliriz çünkü İstanbul hepimizin sevgilisidir. Kimimiz kollarında mutlu, kimimiz dargın veya kavgalı, kimimiz ayrılmış, kimimiz resmini görerek ona gönül vermiş, kimimiz gidip görmek için yanmaktayız. İstanbul yuvadır, saraydır, hapisanedir, okuldur, gurbettir, sıladır, enerji merkezidir, iki kıtayı ayıran, iki kıtayı buluşturandır ve çok kıskanç değil miyiz İstanbul söz konusu olduğunda?

Bazılarının bildiği ve pek çoğunun da bilmediği ise İstanbul, “Belde-i tayyibetün” yani güzel beldedir. Hz. Peygamber miraçtan dönerken İstanbul’u görmüş ve güzelliğinden söz edecek kadar etkilenmiştir. Hz. Peygamberin “Konstantiniyye(İstanbul) elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker, ne güzel askerdir” sözüne ise fetih gününe kadar İslam aleminde bir müjde olarak itibar edilmiştir. İşte bu yüzden, Sultan II. Mehmet’in askerleri, Bizans’ın surları yıkılıp İstanbul’a girdiklerinde müjdeye kavuşmuş ve bunun pek ağır olan bedelini ödemiş olmanın şerefini yaşarlar. Zaten fetihle ilgili menkıbelere dalarsanız, neredeyse her askerin bir derviş olduğu izlenimini edinirsiniz. Ahilik geleneğinin doğal bir tezahürü olan bu realiteden hareketle, Osmanlı ordusunun fetihten önce de sonra da her şeyden önce manevi bir terbiye ile davrandığını düşünüyorum. Bu düşüncemin günümüzün laiklik anlayışı ile çeliştiğini söyleyenler çıkabilir. Unutulmaması gereken bu satırların tarihi hikaye etmek için değil anlamak gayesi ile yazıldığıdır. Ayrıca Laik Cumhuriyeti kuran ordunun da aynı terbiye ile savaştığını fark edebiliyorum. Hatta Kore’de savaşan tugayımızın bile bu duruştan uzak olmadığını düşünüyorum.

Belde-i Tayyibetün’ü fethedecek iki mucizevi kişinin, Fatih ile Akşemsettin’in karşılaşmaları ile ilgili hikayeye bakarsak: Hacı Bayram Veli’nin II. Murat’a “İstanbul’un fethini ne sen ne de ben görürüz. Onu görmek bu çocukla şu bizim Köse’ye (Akşemsettin) nasip olacaktır.” dediği gün Sultan, Şehzadeyi elinden tutup (Fatih 3-4 yaşlarındadır.) Manevi Sultan’ı ziyarete gitmiştir. Tasavvuf terbiyesinde alimin hükümdarı ziyaret etmesi hoş görülmediği için hükümdarların alimi ziyareti olağandır, bir adettir. Bu ziyaretle Konstantiniyye’nin kapısının aralandığını düşünüyorum. Sultan Murat, Hacı Bayram Veli’den Konstantiniyye’nin fethi için dua etmesini rica etmiş ve yukarıdaki cevabı almıştır.

İslam alimleri Molla Cami’den beri, “Belde-i tayyibetün” teriminin ebcet hesabı ile 857’ye işaret ettiğini biliyorlardı: Hicri 857, Miladi 1453 Konstantiniye’nin fethedileceği zaman olarak tahmin ediliyordu. Bunun herkese açıklanmayan bir sır olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ancak Hacı Bayram’dan çocuk denecek yaşta hilafet alan Akşemsettin, kuşkusuz bundan haberdardı. Hacı Bayram Veli’nin onu dizinin dibine alıp bunu açıklamış olması çok mümkün. Hatta Akşemsettin’i fethin gerçekleşmesi için çalışmakla görevlendirmiş olduğunu düşünebiliriz.

Hacı Bayram Veli, Akşemsettin’in dahiyane vasıflarını çok yakından ve herkesten önce görmüş olmalı ki: "Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir?" diye sorulduğunda:
"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur." demiştir.

Fatih’e gelince, çok iyi bir kadro tarfından eğitildi. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve Akşemseddin. Birçok konuda eğitim gördü, 7 lisan konuşuyordu ve kendisine meslek olarak ileride Bizans surlarını yıkacak topların yapımında çok işine yarayacak olan dökümcülüğü seçmişti.

Hiç kuşku yoktur ki Şehzade Mehmet de 12 yaşında ilk tahta çıktığından beri İstanbul’un fethinin hayalini kuruyordu. Belki babası da ona Hacı Bayram’ın verdiği müjdeyi, gizlemesi şartıyla ona fısıldamıştı. Öyle ya! 12 yaşındaki bir çocuğa tahtı terk etmekte de bir sır olmalı. Sultan Murat’ın fetih tarihinde Fatih’in henüz 21 yaşında olacağını önceden biliyor olması ihtimali güçlüdür ve büyük bir inançla oğlunun o güne hazırlanması için çabaladığını ve planlar yaptığını düşünmemiz mümkündür.

Fatih’e babasından, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutan kadrosu hazır gelmişti. Günümüzden bakıldığında bütün koşulların bir mucizenin gerçekleşmesi için bir araya geldiğini görebiliriz Peki nasıl oldu da bu mucize gerçekleşti? Bu sorunun cevabını Fatih ve Akşemsettin ilişkisinde aramak gerekir. Fatih ve Akşemsettin arasında diğer hocalarına nazaran çok az yaş farkı vardı. Birlikte büyüdüklerini düşünebiliriz. Düşünürken, tartışırken, ibadet ederken nasıl kaynaşmış olabileceklerini gözümün önüne getirebiliyorum. Eşitler arası bir ilişki kurduklarına şüphem yok. Bu nedenle, Akşemsettin’in Fatih’in ruhen ve bedenen gelişmesine katkısı bütün diğerlerinden kat be kat fazladır

Bütün Konstantiniye muhasarası boyunca Fatih’in hemen her tartışmada, her fikir ayrılığı ve aksilikle karşılaşıldığında Akşemsettin’e müracaat ettiğini ise görmezden gelmemeliyiz. Komutanların Akşemsettin’e verilen bu prestije itiraz ettikleri zamanlarda, hele fetih gerçekleşmeden birkaç gün önce patlak veren tartışmalarda Fatih’ten muhasarayı kaldırmasını isteyen komutanlar Fatih’in Akşemsettin’e duyduğu olağan üstü bağlılığa yenilmişlerdir. Çandarlı Halil Paşa başta olmak üzere komutanlar muhasaraya son vermek gerektiğini iddaa ettiklerinde, Fatih belki son kez olmak kaydıyla Akşemsettin’in sözünü tutmuştur.

Menkıbe, Fetih gecesi Fatih’in Akşemsettin’in çadırına neredeyse hesap sormak için gittiğinde çadıra sokulmadığından bahseder. Akşemsettin askerlerden çadıra kimseyi sokmamalarını istemiştir. Padişaha bir engel yoktur elbette, Fatih, çadıra kılıcıyla bir darbe indirdiğinde Akşemsettin’in toprağa secde etmiş hiç kıpırdamayan, adeta yok olmuş halini görünce, dönüp gittiğinden bahseder.

Bu anekdot sanırım Akşemsettin’in fethe olan inancını Fatih’e nasıl aşıladığının cisimleşmiş halidir. Ben hayalimi bu meseleye yönlendirdiğimde, hoca- talebe ilişkisini aşmış bir kader bağının bu iki insanı bağladığını fark ediyorum. Çocukluk yaşlarında Molla Gürani’nin sopa kullanmasını gerektirecek kadar ele avuca sığmaz ve isyankar olduğu söylenen Şehzade Mehmet, Akşemsettin’e ve onun verdiği mesaja kalben teslim olmuştur. Fatih Sultan Mehmet üstün vasıflarla donanmış bir insandı. İstanbul’u fethetmek için kusursuz bir alt yapı hazırlamıştı. Akşemsettin’in kılavuzluğunda bir çağı kapatıp yeni bir çağın açılmasına sebep olan inancı ve inadı gösterdi ve bir mucizenin faili oldu.

Fetihten sonra Fatih ünvanını alan II. Mehmet, bu müthiş zaferi kazandığında bilirsiniz sadece 22 yaşındaydı. Akşemsettin’e mürit olmak, onunla sırlar üzeri bir yolculuğa çıkmak, dünyadan el etek çekmek için hocasına müracaat etti. Akşemsettin ise bu teklifi kabul etmeyerek O’nun dünya için yapacağı işler olduğunu söyler, Sultan’ı devletin başında kalmaya ikna eder. Fatih’in hükümdarlıktan vazgeçip, derviş olma sevdasına düşmesinin sebebini anlamak ise zor değildir. Gencecik bir yaşta bir mucizenin faili olmak, Fatih gibi zeki adamın ruhunda hakikat aşkını yakmıştır. Manevi fetihlerin de Fatih’i olmak istemiştir.

Fetihten kısa bir süre sonra ise Akşemsettin, İstanbul’u kendisine verilen görevi başarmış bir dervişin sadeliğiyle terk eder. Göynük’e yerleşir. Orada Bayramiye tarikatının Şemsiye kolunu temsil eder ve ömrünün geri kalanını öylece geçirir.

Galatasaray- Olimpiakos maçını seyretmek için TV karşısına kurulduğumda beni elimde olmadan gülümseten bir pankartla yüz yüze geldim. Pankartta “1453” yazıyordu. Biz sizi zaten yendik gibisinden bir mesaj! Aslında bilirsiniz, Osmanlı İstanbul’u Yunanlılar’dan almadı. Bizans teorik ve teolojik miras olarak Yunan halkının yakını olabilir veya öyle addedilebilirse de Bizans ile Helenler arasında bir etnik bağ kurmak ancak milliyetçilik rüzgarı ve nihayetinde ilk dünya savaşının emperyalist kuramcılarının marifetiyle icat edilmiştir.

Rivayet edilir ki Fatih Sultan Mehmet Troya’nın öcünü aldığını söylemiştir. Çok romantik keşke gerçek olsa. Anadolu sakinleri olarak Agamemnon’un tarafını tutacak değiliz herhalde! Üstelik de Helenler Troya’da hile ile galip geldiler. Savaşta ve aşkta her şey mubahtır denilirse de…

30 Aralık 2008 Salı

Yaşasın! Yeni Bir Yıl Geliyor

Çocukuğumda Noel baba'nın yeni yıllla ilgili birşey olduğu konusunda yaygın bir teamülümüz vardı. Yılbaşı bizim bayramımız değil Hristiyanların bayramı diyen pre-ergenekoncu bir zihniyet de vardı. Şimdilerde yeniyıl kutlamaları Ortodoks Müslümanlar için bir sorunsal teşkil ediyor galiba. Başbakan'ın pek hevesle koşuşturduğu Medeniyetler İttifakı meselesi bir gün gerçekten ivme kazanırsa belki bu konuda bir yumuşak geçiş yaşanır.

Açıkçası ben yeni yılın gelişini kutlamakta bir pozitif yansıma görüyorum. Her sene kişisel envanterimi yapıp kendime yeni hedefler koymak benim için çok önemli. Bir keresinde arkadaşlarımla ilişkilerimi gözden geçirmeye karar verip buna ilişkin bir plan yapmışım ve bir defterin arasına koyuvermişim. Geçenlerde evrak-ı metrukemi karıştırırken elime geçti. Pek ilginçti: bilmem kimle az görüş, falanın sorduğu garip sorulara açıkça cevap verme, filanın bütün davetlerine uyup fazla gezip tozma gibi komutlar yazmışım. Köşeye sıkışıp kaldığım bir dönemde ne çok insanın beni-farketmeden- incittiğini veya bazı yorucu ilişkilere girdiğimi ve asıl önemlisi o günlerde ne kadar hassas bir dönemden geçtiğimi anlayıp biraz ürktüm. Biraz hayatla ve kendimle yüzleştim o kağıt parçasına bakarken. Biraz da sevindim çünkü bu sene böyle bir liste yapmayacağım. İnsanların bana ayna olması gereken dönemi geride bırakmış olmalıyım ki bana eski günlerde olduğu gibi aşırı bir etki yapamıyorlar.

Bu bir itiraf yazısı gibi algılanmasın ricasıyla şunu belirtmek isterim ki: o listeyi yaptığımda bana sağaltıcı bir etkisi olmuştu. İşin ilginç yanı o listede yer alan herkesle halen gayet iyi bir şekilde görüşüyorum. Bunu yazmak istedim, paylaşmak istedim, bu liste bana tortularımla yüzleşme fırsatı sundu. Kendimi haklı görme ve kibir eğilimime de ciddi bir darbe vurdu. Kainatın bir zerresi olarak kendi dışımdaki herşeyle ve herkesle uyum içinde olma kararımı, efendilik taslamak yerine Tanrı'ya kul olma yolunu seçmenin doğruluğunu bana hatırlattı.

Kur'an-ı Kerim'de ilk sistemli okuyuşumda beni derinden sarsan bir sitemle karşılaşmıştım: "Ne kadar az düşünüyorsunuz." Oysa insan çok düşündüğünü zannediyor. Çok düşündüğünü farzedip düşüncelerden uzaklaşmak istiyor. Düşünce ile vesvesenin birbirine karıştığı yer insanı hasta kılıyor. Düşünce rahmani, vesvese ise şeytani bir faaliyet değil midir?

Sevgili dostlarım, Size iyi bir sene dilerim. Temiz gönlünüzden geçen her isteğe kavuşun dilerim. Yokluk ve zulüm altında ezilen bütün insanlar için dua ediyorum. Barış ve kardeşlik için dua ediyorum. Dünyanın iyi bir yer olmasını isteyen herkes için dua ediyorum, iyiler kazansın diye!

Mutlu Seneler! Hepinizi sizi kucaklıyorum.

20 Kasım 2008 Perşembe

Doğum Günün Kutlu Olsun Yenilmezlik İnancı!

10 Kasım blogumun doğum günüymüş atlamışım. Kendi çapımda bir depresyondaydım, minör bir depresyon üzülmeyiniz. Depresif dönemlerin de hakkını vermek şart. İnsanlar depresif oldukları ve yoksunluk duygusuna kapıldıkları dönemlerin hakkını vermeyince çok şey yitirirler. Depresyonun başa gelmiş bir bela değil de nefse açılan ciddi bir mücahede olduğunu kabul edenlerdenim.

Depresyona giriş nedenim erken akşamlardı. Saatler geri alınınca adetim hilafında hüzne kapıldım. Hüzün mor bir elbisedir. Gizem ve korkunun kıyafeti. Erken akşamlar bu sene beni, "beni heyecanlandıran şeyler"in az olduğu günlerde yakaladı. Hayat heyecansız olmuyor, zor oluyor...

17 Kasım'da bir yıldönüm daha vardı, sanırım onu isteyerek hatırlayamadım. Israrlı olmak başka ısrarcı olmak başka diye. Şimdi 24 kasım Öğretmenler Gününde başka bir yıldönümüm var. Onu da bizzat atlayacağım. Biskrem reklamında, "Bu akşam çeyrek final akşamı" diyen adam gibi unutacağım ama bilerek unutacağım. Bana bir biskrem veren olursa... Her tutkunun üzerinde, yenilmezlik inancının bile üzerinde: "Bi biskrem versem?"

Bu sayfayı ziyaret eden dostlarıma diyeceğim birkaç söz var: İnternet üzerinden "satış derdi" olmadan veya bir ölçüde "bedava" fikir alışverişi imkanına kavuşmak, bir tür eşitlerin ilişkisi (hakiki anarşizm) olarak beni cezbediyor. Statükoyu inceden delen bir imkan sunuyor bize bloglar. Editörlüğün imaj-makerlik statüsüne de bir darbe vuruyor. Bizi yöneten ve bizi kendi kurdukları projeye mahkum edenler ile aramıza bir mesafe koyma zemini.

"Ve kimsenin almayı düşünmediği mallardı ruhlarımız."

11 Kasım 2008 Salı

MALDONADO URFASPOR'DA OYNAR MI?

Sergen Yalçın'ın sözleri Urfalılar'ı kızdırmış. Milli hasletlerimizden biri olan alınganlık meselesini çözmek için bir alınganlık devrimi yapmamız lazım. Bu serpuşun, pardon sözün adı "espri"dir.

Üstelik alınması gereken birisi varsa Maldonado iken fırsatı kaçırmayıp Urfalılar alınmış. Önerim şu: Urfa aidiyetli Türk vatandaşlarından biri çıkıp dese, "Biz Maldonado'yu istemeyiz çünkü saçlarını kesmiş. Bize havalı, yakışıklı ve ilk onbirde oynayacak kapasitede biri lazım. Maldonado olamaz!"

Sergen'ciğim diyor ki hem saçını kestirmiş hem de Fener'de oynuyor. Kabahat üstüne kabahat. Sergen Fener'e takım kuracak olsa Maldonado'yu Urfa'ya bir şekilde gönderecek. Siirt Jet-pa günlerinden oralarda bir prestij yapmıştır herhalde. Ben Maldonado'nun yerine olsam durmam giderim. Patlıcanlı kebap, ayva tavası, mırra, Balıklı Göl, sıra geceleri ve konukseverlik bunların hepsi Urfa'da.

Meselenin bir de şu tarafı var, Madonado Fener'i bırakıp hiç bir yere gidemez. Ortasahada biçerdöver gibi oynayan Josico insaflı bir hakemden kırmızı kart gördüğünde Semih'in yerine oyuna kim girecek?.. Güiza çıkamaz çünkü onun gol kaçırma görevi var!

Sevgili Galatasaray taraftarı dostlarım: Geçen hafta Fener'de kendi ellerimizle dört gol yedik. Olsun yapacak birşey yok. Sikibbe yaramaz çocuk Lincoln'le Meria'ya Portekiz'de çapkınlık yapmaları için gece izin vermiş. Takımın ve galiba Sicbbe'nin havası fazlasıyla bozulmuş anlaşılan. Her derbi öncesi disiplin sorunu... Adnan Sezgin kızmışmış ama bence Sicbbe haklı o Lincoln imkanı yok söz dinlemez, ben de onu o yüzden severim, mesela sarı kart görmezse içim cız eder, "Acaba nesi var birşeye mi kırıldı." derim.

İlk kareye dönecek olursak "espri" zeka kökenli bir sözdür. Esprilerden zeki insanlar zevk alır. Esprileri zeki insanlar yapar. Espriden alınmak yerine espri ile karşılık vermek adaptandır. Eğer Sergen'ciğim pot kırdıysa buna espri ile karşılık vermek de şık bir davranıştır. Her durumdan iktidar ve aidiyet problemi çıkarmak ise hoş değil. Gerginlikten beslenmek obezite veya bulimia gibi istenmeyen sonuçlara sebep olabilir. Yaşasın Dilara Koçak!