21 Kasım 2007 Çarşamba

Bir Kavram Olarak Julius Caesar


Kahramanımız Julius Caesar’dan bu deneme boyunca Türkçe’deki namı olan Jül Sezar olarak bahsetmek uygun olur. Hatta sadece Sezar demek de yeterlidir. Tıpkı Nemrut gibi tarihe kavram olarak damgasını vurmuş olmasından dolayı buna hak etmiştir. Almanca, kaiser ünvanının kaynağı olan bu kelime; Slav dillerinde çar, İslam medeniyetinde kayzer olarak sirayet etmiştir. Örtülü olarak, mecazen “ hükümdardır ne yapsa yeridir” izlenimini edindiğimiz bir anlamı ima eden bu özel ad, artık bir unvan sıfatı olarak yaşamaktadır.

Sezar’ın sadece ismini değil tarzını da dünyaya nasıl yaygınlaştırdığının izini sürmek istiyorum. Hayat hikayesine biraz dikkatli bakarsanız Sezar’ın ününü bileğinin hakkıyla kazandığını, kararlılığının ve muhtemelen şeytani zekasının, tabiri caizse çalışkanlığının bir sonucu olarak ünlendiğini rahatça görürsünüz. Bu görkemli ve alengirli hayat çizgisi üzerinde iz sürerken vahşi bir cesarete sahip olan bu adamın, garip bir biçimde halktan biri olma özelliğini hiç kaybetmediğini de hissedebilirsiniz.

Jül Sezar’ın Karnesine bakacak olursanız çok parlak bir öğrenci olduğu gözünüzden kaçmayacaktır:

Aile kökeni : Orta (senatonun kanaat notu ile) İyi
Hırs : Pekiyi
Talepkarlık : Pekiyi
İkna Yeteneği : Pekiyi
Lobicilik : Pekiyi
Hitabet : Orta (özel dersle) Pekiyi
Taktik : Pekiyi
Strateji : Pekiyi
İntikam : Pekiyi
Çarmıha Germe : Pekiyi
Kılıçtan Geçirme : Pekiyi
Eş seçimi : Pekiyi
Alemcilik : Pekiyi
Askerlik :Pekiyi
Beline düşkünlük : Pekiyi
Zorbalık : Pekiyi
Ganimetçilik : Pekiyi
Beden eğitimi : Pekiyi
Arkadaşlarıyla Geçimi : Pekiyi (ölüm biçimi nedeniyle) Orta
Kibir : Pekiyi
Diplomasi : (Cleopatra başta olmak kaydıyla) Pekiyi
Vizyon : Pekiyi

1980’lerin başında kocam ve kızımla doğduğum şehre, İzmir’e dönüp Göztepe’de minicik bir çatı katına yerleştik. Çatalkaya zirvesini gören ve bir parça körfez manzarasını da yakalamış bir çatı katı. Balkonların neredeyse evden geniş olduğu bir ev, bir oda bir salon. Geniş yatak odasını ortadan bir perde ile bölüp kızımıza müstakil bir oda oluşturduk. Bina 1950’lerde yapılan geniş daireleri olan sevimli bir bina. Dar bir sokak, komşularla içli dışlı yaşıyoruz. Tam karşımda kendisinde epeyce yaşlı kocası ve bir sürü kedi ile yaşayan 60 yaşlarındaki Ş.Teyze, Amerikan Koleji mezunu zarif, biraz da tatlı kaçık bir kadın. Onunla balkondan kısa sohbetler yapıyoruz. Biraz elden ayaktan düşmüş kocasına ara sıra öfkelenerek saatlerce kibar kibar söylendiğine şahit oluyorum. Bahar gelip de havalar biraz ılındı mı, balkona yerleşiyoruz. Karşı dairemizde İran’lı bir çift oturuyor. Tatlı bir samimiyetle, birbirimizden uzak ama ara sıra sohbet edecek kadar yakın oturuyoruz balkonlarımızda.

Ev sahibimiz mahalledeki dişe dokunan bütün hatunların kocası olmaya hazır bir çapkın. Bunu eşi dahil kimseden sakladığı yok. Arada sebebini anlamadığımız bir biçimde isim vermeden birilerine veryansın ediyor. Zamanla anlıyoruz ki ya birisiyle işi pişirmiş yada reddedilmiş. Yani ya övünüyor yada reddedilmenin acısını çıkarıyor. Bu şovlar bazen uzun saatler boyunca sürüyor; mahalleden birileri şamatadan bıkıp karakola haber verene kadar bir monolog halinde söylenip, galiz sözler sarf ederek geceye damgasını vuruyor. Bir saatten sonra polis arzı endam edince kendini layıkıyla savunmak için sokağa çıkıyor. Ya polislerle anlaşma yapıyor yada ekip arabasına binip karakola gidiyor. Polisleri bir güzel tavlayarak geri döndüğünde de bunu mahalleliye duyurmak için kısa bir anons da yapıyor. Sezaryen bir adam, istediği her şeyi elde edebiliyor. Elde etmese de intikamını bir şekilde alıyor. Adana’da sahibi olduğu kasap dükkanlarını pavyonlarda harcayıp Almanya’ya gitmiş ve orada bir İran’lı ortaklık yapmış, Berlin’de bir kebapçı açmışlar, dergilere kapak olacak kadar başarı kazanmışlar. Sonra Türkiye’ye dönüp yerleşmişler. Bir sürü mal mülk sahibi. Bu zenginliğin yanı sıra sahip olduğu 14 çocuk ve bir sürü torundan oluşan bir milis kuvvetine hükmettiğini de profiline eklemeliyim.Hem çok kaba hem de çok nazik olabilen bir adam. Hem nefret edilen hem de çok sevimli olabilen bir adam. Krallığını kurmuş istediği zaman yapamayacağı şey yok. Kendisinden en çok rahatsız olan komşuyu bile on dakika içinde evinde konuk ediyor. Bu sırada o kadar tatlı dilli ve misafirperver ki bir daha o insanla, kendisi istemedikçe arası açılmaz. Dünyanın en güzel kebaplarının piştiği küçük mutfak balkonunda her gün mangal yanıyor. Doğrusu onun elinden çıkmış her şeyin bir başka lezzeti var. Bu kebaplar bazen polislere rüşvet olarak bazen de komşulara barışma vesilesi olarak ikram ediliyor. Sağ olsun ben de az kebap yemedim. Buick marka otosunun bagajında küçük bir döner seti ve kömür daima hazır. Olur da yolda “mahsur” kalmış bir hanımı arabasına alırsa ve piknik yapmak icap ederse sefa tam olsun diye!

Sezar’ın tam karşısındaki evde ruh ikizi HM oturuyor. HM 40 yaşlarında, kendisinden 15 yaş falan küçük, belli ki yeğenleri, birkaç gençle evi paylaşıyor. Bu gençler akşamdan kalan rakı masasını işten gelince toparlayıp yenisini kuruyorlar. HM’nin bu gençler üzerinde bir otoritesi olduğu aşikar, ona saygıları hissediliyor. Bu sefa ehli perde kullanmıyor evdeki az sayıdaki eşya komşuların seyrine sunulmuş ve evde bir Alman kurdu yaşıyor. Akşam sesini kısmak lüzumunu hissetmeden yaptığı sohbetten anlıyoruz ki HM bir entelektüel, hanidiyse dokuz baharın otunu yemiş. Edebiyat, müzik, en çok da siyaset konuşuyor. Ayrıldığı üçüncü eşi iki oğlan çocuğuyla kendisini ziyarete geldiğinde haliyle bir münakaşadır kopuyor. Kadın ona çocukları neden köpeğin zinciriyle dövdüğünü soruyor. “Babaları olduğum için” diye net bir cevap alıp susan kadın bir süre sonra sınava alınıyor. “Ben senden neden ayrıldım?” … “Cahil olduğun için!”… “Söyle öyleyse Madame Bovary’nin ilk adı nedir?”… Kadın gerçekten bilemeyince HM’nin haklı boşanma sebebi de kabul görüyor.

HM tabiyatıyle Sezar’ı pek seviyor. Sezar şov sırasında küfrün dozunu kaçırınca onu teskin ediyor: “Sen Avrupa görmüş adamsın, bunlarla uğraşmak sana yakışmaz!”

Herkes Sezar’ı sevmiştir diyemesek de, Sezar herkese kendini sevdirebilecek kabiliyete sahipti diyebiliriz. Ününün ve etkinliğinin temelinde, insanlarla ilişki kurmaya dair sırlara vakıf olması yatıyordu. Gereğinde sert ve aynı şekilde yumuşak davranmayı beceren bir insan olmayı başarıyordu. Askeri ve politik dehasını kabul etmek zorundayız. Bunun yanı sıra davranışlarını akort ettiğini, pes ve tiz tonlarda aksamadan notaların hakkını verdiğini inkar etmemeliyiz. Senatonun kakafonik durumlarından bir intermezzo yarattığını; kararsızları karara, suskunları yönetimindeki koroya davet etmekteki başarısını kabul etmek zorundayız.

İsa’dan İncil’de nakledildiği gibi “ Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a”. Tanrı yolunda harcamak gerekirken ayrıca Roma’ya vergi vermek istemeyen halk, Hz. İsa’ya şikayette bulunduğunda bu cevabı alacaktır. Sezar, İsa Peygamberden 100 yıl önce doğmuştur. İsa doğmadan 44 yıl önce de dünyamızdan ayrılmıştır ancak namı bir başka Romalı’da yaşıyor olmalı ki, Sezar adını İsa da anıyor.

Sezar önündeki engelleri bir bir aştı. Zeki, gayretli ve enerjikti. Başarısı dünya tarihine şan olacak ölçüde büyüktür. Zaman tüneline binip onun başarılarını nasıl kutladığını ve rakiplerini ne ölçüde küçümsediğini görmek keşke mümkün olsaydı. 12 temmuzda dünyaya gelmişti, yengeç burcuydu ama onu heybetli ve hava atan bir aslan erkeği olarak onu gözümün önüne getirmekte hiç zorlanmıyorum. Yengeçlerin tam battı, mahvoldu derken aniden yaptığı çıkışları hayatı boyunca yakaladı. Sezar belki yükseleni aslan bir yengeçtir, pohpohlanmayı ve övülmeyi seven, yiğit tavırlı ve kibirli. unutmamak gerekir bir de yengeç kötülüğü diye bir anektod vardır.

Sezar’ı çok seven ve sayan Antonius’u, Shakespeare yazdığı ünlü tiratta şöyle konuşturur: “ Dostlar, Romalılar, vatandaşlar beni dinleyin:Ben Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil. İnsanların yaptıkları fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler çok zaman kemikleriyle beraber gömülür; haydi Sezar’ınkiler de öyle olsun. Asil Brutus size Sezar’ın haris olduğunu söyledi; eğer öyleyse bu ağır bir suç. Sezar da onu pek ağır ödedi. Şimdi burada Brutus’la diğerlerinin izinleriyle, çünkü Brutus şeref sahibi bir zattır, zaten hepsi, hepsi şerefli kimselerdir, evet müsadeleriyle burada Sezar’ın cenazesinde söz söylemeye geldim. O benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brutus haris olduğunu söylüyor ve Brutus şerefli bir zattır. Sezar Roma’ya bir çok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleri doldurmuştu. Acaba Sezar’da hırs diye görülen bu muymuş? Fakirler ne zaman ağlasa, Sezar’ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa gerek. Fakat gene Brutus onun için haristi diyor; Brutus da şerefli bir adamdır. Siz hep gördünüz, Luperkarya yortusunda ben kendisine üç defa krallık tacı sundum, üç defasında da reddetti; hırs bu muymuş? Gene Brutus, haristi diyor. Ve şüphesiz kendisi şerefli bir adamdır. Ben Brutus’un dediklerini çürütmek için söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim. Bir zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi; öyleye sizi yas tutmaktan alıkoyan nedir? Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni affedin. Kalbim tabutun içinde, şurda, Sezar’ın yanında, tekrar bana gelinceye kadar beklemeli.”

Brutus’a Sezar’ın haris olduğunu söyleten Shakespeare, Antonius’un bunu tirat boyunca tekrarlaması yoluyla; bizi Brutus’un haklılığından şüphe etmeye davet eder. Sürekli tekrar ettiği diğer şeyden de emin olmayız. Brutus’un şerefli bir insan olmasından. Antonius ince bir şekilde onun doğru söylemediğini ima eder.

Antonius’un tiradı “To be or not to be” den sonra, en tanınmış Shakespeare tiradıdır ve onun kadar da paradoksaldır. Hem ihanetle sadakati sorgular; hem de hırsla şerefi. Antik Roma’da kişisel şeref çok önemli bir argümandır. Bu çağda aileye, dostlara ve kendine sadakat de çok önemliydi. Bu konularda bağışlayıcı ve insaflı olmaksa bir zaaf sayılırdı. İntikam almak bir haktı ve kimsenin buna itirazı olmazdı. Bu verilerden şu sonuç çıkabilir; Roma ahlak anlayışında; kişisel bir zafiyet yüzünden zayıf düşmedikçe ve bir mağlubiyet söz konusu olmadıkça hırsın bir kusur olma ihtimali yoktur. Diğer yandan sadece güçlü insanların kibirli olmak ‘hakkına’ sahip olduğunu bilirsiniz. Sezar ayrıca şehvetin her türlüsü kendine mübah görüyordu. Yaşayan Türkçe’de “şehvet” daralmış bir anlamla, cinsel iştaha işaret ediyor. Esas anlam ise dizginlenmeyen her türlü iştahı kapsar.

Sezar Roma’ya hizmet etmiş bir kahramandı. Manevi oğlu sayılan Brutus’un da aralarında bulunduğu altmış kişilik bir grup tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Dünya tarihine, “Sen de mi Brutus” repliğini miras bıraktı. İhaneti en iyi anlatan cümle. Brutus şerefine düşkün bir Romalı olarak sadakati niçin terk etti. Buna ancak yaralı bir gurur ve yaralı bir kalp sebep olabilir… Sezar’ın elde ettiği sınırsız güç sonucu kibir illetine tutulmuş olduğundan şüphe etmemeliyiz… Sezar şüphesiz haristi ama asıl kusuru (suçu) kibirli olmak olmalı, kibir yandaşlar açısından olduğu gibi rakipler açısından da gurur kırıcı bir çok durum yaratır kuşkusuz intikam arzusunu da harekete geçiren bir etkendir. Sezar’ın ölüm biçimi bunu çok destekliyor.

Sezar’ın ruhunun aramızda olduğuna dair birçok kanıt da bulabiliriz. Onu bir futbol takımının başında, bir global şirketin yönetim kurulunda, ünlü olmayı kafasına koymuş bir yetenekte yaşarken bulabiliriz.

Sezaryen yaşama biçimi, genel kabul gören veya geçerliliği olan değerleri kendi çıkarı için ustaca yorumlayıp; kendini bir kahraman olarak projelendiren her bireyde bir şekilde yaşamaktadır. Her Sezar’ın açıkça ortaya koyduğu bir niyeti vardır. Bu niyetinin bir buzdağı gibi ancak yedide biri görülebilir durumdadır. Buna ister art niyet ister kurnazlık diyelim “Sezaryen Başarının” temelinde gizli bir projenin yılmadan, usanmadan adım adım uygulandığını fark ettiğimizde, artık olan olmuştur. Eninde sonunda bir fenomen olarak topluma mal olan Sezar’ın artık hakkını veren de bulunur onu yerden yere çalan da.

Unutmayalım Sezar kendini “diktatör” ilan ettiğinde buna karşı çıkanlar kadar, olağan karşılayanlar da vardı.

10 Kasım 2007 Cumartesi

NEMRUT




Nemrut dağındaki kalıntıları ziyaret etmek için Adıyaman’ın Kahta ilçesine geldik. Yol boyunca rehberimiz Yalçın, bizi bu ziyarete hazırlıyor… Kommagene Krallığı İÖ 162 de kurulmuş bir Mezopotamya devleti.

Zirvedeki tümülüs 150 metre çapında ve 50 metre yüksekliğinde…

Kommagene Kralı Antiokhos (İÖ 69-İÖ 34)buraya, dünyanın tavanına gömülmek istemiş… Daha sonra anlaşılacağı üzere buralarda çok maceralar yaşanmış.

Dağın adı Nemrut… İbrahim Peygamberin davetine uymayarak, uymamakla kalmayıp, onu hazırlattığı büyük bir ateşte yakmaya teşebbüs eden Babil Kralının adı Nemrut… Bu bölgede hüküm süren krallara Nemrut ünvanı verilmesi adettenmiş... Sözlüklerde kelimenin anlamı, yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı manasında bir sıfat olarak veriliyor. Bütün bu nemrutluklar, ince bir şekilde burada bir nemrutluk olduğunu hissettiriyor ister istemez.

Sabaha karşı zirveye çıkacağız.

Kâhta yoksul görünüşlü bir kasaba. Akşamın ilk alacasında sokakların boşaldığı sessiz ve renksiz bir belde. İnsanlar yabancılara alışmış, yumuşak bir mesafeyle gülümseyerek bakıyorlar. Otel New Merhaba derme çatma bir bina ve pek de temiz görünmüyor. Otel sahibi eski karakter oyuncusu Haşmet Bey ve yeğenleri bizi sevecen bir coşkuyla karşıladılar. Odalarımıza çıkınca ancak maceraperestlerin aldırmayacağı bir bakımsızlıkla karşılaştık. Kafilede bu durumdan şikâyet eden olmadı. Benim ısrarım üzerine Kâhtalı Mıçı’nın kaseti tedarik edildi. Mıçı’nın varlığına pek de aldırmadığımız türküleri eşliğinde, yediğimiz yemekte Haşmet Bey ve yeğenleri yöresel bir animasyon anlayışı sergilediler. Gündüzleri zabıtalık yapan Yeğen İrfan, kızıma bir yıldırım aşkıyla tutuluverdi. Mani benzeri dörtlükler okuyarak, bazı yöresel dans figürleri ile ona kur yaptı. Çoğu kadınlardan oluşan kafilemizi bütün bunlar pek eğlendirdi.

Geç vakit odalarımıza çıktıktan sonra ise, bir talihsizlik olacak, uyumam mümkün olmadı. Oda arkadaşım, çocuk cerrahisi uzmanı, Zeliş’in barsak enfeksiyonuna benzer bir sorun yaşıyordu ve beni inleyen bir sesle uyandırdı. Görülen o ki çok acı çekiyordu. Ona yardımcı olabilmek için, talimatları doğrultusunda, defalarca yarı çıplak -şort tişört- bir halde resepsiyona inip, görevliden ilaç, karbonat, soda vs. istemem gerekti. Resepsiyondaki saygılı bir Kâhta delikanlısı olan görevli beni her gördüğünde, mum gibi, hazır ola kalkıyor ve olanca nezaketiyle bana hizmet ediyordu. Sabaha karşı hiçbir yetkilinin otelde olmaması işimizi çok zorlaştırsa da Zeliş’in kısmen rahatlamasını sağladık.

Ertesi gün adamın karşısına yarı çıplak çıktığımın farkına ancak varıp kendimden çok utandım. Ama o sırada onun mum gibi ayağa fırlayışı beni daha çok ilgilendirmişti. O büyük bir saygıyla, muhtemelen askerdeyken öğrendiği bir hamasetle ayağa dikiliverince ben de gülümsemekten kendimi alamıyordum. Şimdi düşünüyorum da, bu durum kul hakkına girebilir… Bu ihtimal can sıkıcı, ancak bir kaç sebep beni kurtarabilir, o genç adam kendini sakınmayan turistlere alışıktır veya görevine sadakatle bağlı olması benim Kâhta sınırları için aşırı halimi görmesine engel olmuştur. İnşallah!

Minibüsle Nemrut’un zirvesine yol alırken sağ kolumu dimdik tutarak Zeliş’e hastanede takılan serumu faal halde tutmayı başardım. Zeliş hastalığına rağmen zirveye çıkmaya kararlı. Yalçın, “Kendisi doktor olmasaydı buna asla izin vermezdim.” diyor. Bense bir tür sarhoşluk yaşıyordum, yemekteki içkiden, resepsiyona inip çıktığım uykusuz geceden ve en fazla zirveye doğru karanlık bir dağ yolunda yaptığımız yolculuktan… Uçurumların ve dev ağaçların kurduğu haşin bir coğrafyadan yukarı zirveye yürüyerek çıkacağımız konak yerine vardık.

Rehberimiz Yalçın adı gibi yalçın ve dramatik karakterli bir adam. Her şeyi büyülü bir kıvamda ve destansı bir hava yaratarak anlatmak bakımından yetkin… ustalıkla yapıyor bunu. Teatral yeteneğini fark etmemize rağmen gezi boyunca onun bizi sevk ettiği geçmişe tanık olma havasına hevesle giriyoruz. Zirveye tırmanmadan önce de bizi bir mucizeye tanık olmaya davet ediyor:

“ Güneş ayaklarınızın altından doğacak!”. Kafile yola koyuluyor.

Bense onun peşine takılan gruba dahil olamadım. Zeliş’i, serum şişesini eline verip, bir katıra bindiriyorum. Bir katırın ne denli heybetli olabileceğini de anlama fırsatı buluyorum böylece. Katır ayağının altından kayan kaya parçalarına aldırmadan hızla tepeye tırmanmaya koyuluyor. Katırcı en az onun kadar duruma hakim, sakin ve güçlü, hayvanın ipi elinde hızla yürüyor. Biraz ürkmüş bir halde arkalarından bakakalıyorum, nalların çıkardığı tok sese ve kıvılcımlara karışıyorum. Arkadaşlarımın epeyce ilerlemiş olduklarını fark edip aceleyle peşlerine düşüyorum.

Tepede ilerledikçe, konaklama yerinin ışıklarının etkisi yok oluyor, karanlık koyulaşıyor ve kafileye yetişmem de mümkün olmuyor. Tek başına soluk soluğa aceleyle arkadaşlarıma yetişmeye çalışırken bir şerit gibi kıvrılan Fırat nehrini ve Atatürk baraj gölünü çok aşağılarda ve karanlığın içinde fark ediyorum sağ tarafımda bir uçurum var anlaşılan. Birden kalbimde bir yalnızlık acısı ve korku büyüyor, donup kalıyorum. Dünyanın tavanına çıkarken oralardan bir yerden yanlış bir adım atıp nehrin kıvrıldığı ovaya düşmek ihtimali aslında uzak. Ama gece her şeyi olduğundan büyük gösteriyor. Kendimi toplayıp bir süre daha yürüdükten sonra bir kayanın üzerinde soluklanan kardeşime rastlıyorum. Oldukça kötü görünüyor. Yüzünde belli belirsiz bir dehşet izi görür gibiyim, acı çekmekte olduğunu gösteren bir ifade… Onun da benimkine benzer duygular içinde olduğunu hissediyorum. Gece yemekte aramızda geçen tartışmadan dolayı aramız biraz açıktı, ancak onu sırtında battaniyesi ve yüzünde acı oturup kalmış görünce bunun bir önemi kalmıyor, ne de olsa aynı kandanız… ben de bir süre soluklanıyorum ve zirveye birlikte çıkıyoruz. Sonra öğrendiğimize göre kafilemizdeki hafif tombul ve sevecen dostumuz Gürol Bey de bu tırmanış sırasında öleceğini zannetmiş.

Zirveye vardığımızda bizi çetin bir rüzgâr karşılıyor. Otelden ayrılırken battaniyelerimizi mutlaka almamız gerektiğini Yalçın ısrarla söylemişti. Ben bunu onun bize gösterdiği aşırı özene yormuştum. Yalçın bir Frankofon, bu onun epik karakterine son derece uyan bir şövalye havası takınmasını mümkün kılıyor. Kadınlara ise, mütehakkim bir özenle, her biri prensesmiş gibi davranıyor, bu yüzden battaniyemi isteksizce yanıma almıştım fakat haklıymış. Belki yüzlerce kişiyle bu zirveye çıkan otel battaniyesi ise ziyadesiyle toz kokuyordu.

Rüzgâr gerçekten bir bıçak gibi ve sanki bu zirvedeki büyülü havaya tam da uyan bir korku efekti gibi; insanı sarsan, sersemleten bir şiddette.

Sonunda Yalçın’ın dediği oldu ve güneş ayaklarımızın altında doğdu. Karanlık ovanın bir yerinden ilk huzmelerini ayağınızı altından çakıp hızla sahnedeki yerini aldı, karanlığı delip çok ihtiyacımız olan ışığı bize şefkatle sundu. Tümülüsün silueti de büyülü bir hale içinde olanca heybetiyle aydınlandı.

Bizimle birlikte zirveye tırmanan, otelden aşina olduğumuz, İspanyollar rehberleriyle pek neşeli ve gürültülü bir muhabbet tutturmuş kahkahaları, alaca karanlıkta rüzgarda dağılıyor. Bizim grup ise tercihlerine göre; sırtlarında battaniyelerle tümülüsün çevresindeki basamaklara oturmuş; galiba çok sarsılmış olanlar. Fotoğraf çekenler, anı yakalamak peşinde olanlar. “Bir de Yalçın’la sohbete koyulanlar; bu esrarlı yerin havasını yakalamak peşinde olanlar. Kızım hem kendisi için hem de Zeliş için sürekli fotoğraf çekiyor. Yalçın Antiokhos’un zirveye gömülme hikâyesini; mezarını sipariş edişini tekrar anlatıyor. Antiokhos mezarının kayalarla örtülmesini emretmiş.

Zirvedeki tümülüs 50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapında. Yalçın’ın tekrar anlattığına göre Antiokhos mezarını hazırlatmış, “Dünyanın Tavanı” a gömülmek istemiş. Tümülüsün altında mezarı olduğuna inanılıyor. Bir hükümdar mezarının tonlarca kaya ile örtülmesini neden ister? Bu istekle empati kurmam çok zor. Yumruk büyüklüğündeki kırma taşların buraya getiriliş macerasını merak ediyorum. Bu tonlarca ağırlıktaki yük buraya nasıl çıkarıldı ve kusursuz bir yayvan koni oluşturacak şekilde nasıl döküldü. Aklıma Walter Benjamin’in ­“Nerede bir kültür ürünü varsa orada ter ve kan vardır” mealindeki sözü geliyor.

Kommagene Krallığı çok verimli topraklar üzerinde kurulmuş. Yeraltı zenginliklerinin de çok olduğu ve bundan da faydalandıkları söyleniyor. Ticaret hayatının da çok canlı olduğu yine bilgiler arasında. Batıyı doğuya bağlayan Fırat nehrinin geçitlerinden geçenlerden alınan vergiler de anlaşılan çok yüksek bir gelir kapısıymış. Roma İmparatorluğunun görkeminin yanında sözü edilemez olsa da zengin bir ülkeden söz ediyoruz.

Baba Kral I. Mithridates doğudan ve batıdan gelen büyük tehdidlere karşı ülkesini korumak için tanrılardan yardım isteyerek onlarla bir anlaşma yapıyor. (İbrahim Peygamberin Tanrısıyla yaptığı anlaşma gibi.) Tanrılarla anlaşma yapmak ve yeni dinler tesis etmek Eski Mısır’dan beri zaman zaman uygulana gelmiş bir tutum. Tek tanrılı dinlerin peygamberleri ile bu hükümdarların savaşa girdikleri de vaki, Musa ile Firavun’un büyük kavgasını bilirsiniz.

Mithridates’in İbrahim Peygambere benzer bir biçimde tanrılarla anlaşma yapması bu geleneğin sonucu olmalı. Seçkinler kulübüne bir adım! Mithridates’in ideallerinin gerçekleşmesi yolunda, sonsuz iktidara ve ölümsüzlüğe doğru attığı bir adım olarak, bir gövde gösterisi olarak ve yapabileceklerinin bir kanıtı olarak… ne dersek diyelim sonuçta doğu ile batıyı bağlayan bir yolun geçit kapısında bir krallık ve bunun tanrılarla anlaşma yapan hükümdarı ve eseri ile karşı karşıyayız.

Oğul Antiokhos’un zirvede tabletlere yazılmış vasiyeti mevcut. Bu metinde babasıyla birlikte kurdukları dini överken kullandığı üslup da bu fikri destekler şiddette. Zirvede Mithridates’i tanrılarla el sıkışırken tasvir eden kabartmalar var. Zirvenin doğu ve batı teraslarında devasa tanrı heykelleri gün doğumunu ve gün batımını seyredercesine yan yana oturtulmuş. Bu tanrılar Helen ve Pers tanrılarının bir birleşimi olmak üzere her iki dilde:

Apollo- Mithras

Herakles- Artagnes

Zeus – Oromasdes

Hera – Teleia

Helios – Hermes , olarak yazıtlarda çift isimle anılıyorlar. Bu Büyük İskender’in doğu ve batı kültürlerini kaynaştırma fikrine uygun olarak yapılmış bir uygulama imiş. Antiokhos’un soyu anne tarafından Büyük İskender’e dayanıyor. Babası Mithridates tarafından Pers hanedanına, büyük hükümdar Darius’a…

Tanrıların Kommagene’yi korumayı kabul ettiği ve bu anlaşmanın sonucunda, doğu ve batı dinlerini birleştiren yeni bir dinin kurulduğu beyan ediliyor. Bu dinin halka arzı için ülkenin belli merkezlerinde tapınaklar inşa edilmiş. Bu tapınakların en görkemlisi de ziyaret ettiğimiz zirvede kurulacakmış, ülkenin her yerinden görülebilecek bir şekilde.

Zaman içinde, Kral Mitridates tahtını oğlu Antiokhos’a bıraktığı biliniyor. Yeni kurduğu dinin ve bu dini büyük bir ihtişamla tesis edecek projeyi ise birlikte yapıyorlar. Antiokhos’un babasına derin bir saygı beslediği verilen bilgiler arasında. Annesine ise büyük bir sevgi ile bağlı olduğu ise hararetle vurgulanıyor. Babasının ölümünden sonra kendisini tanrı, annesini de tanrıça ilan ettiği de söz konusu ediliyor. Tümülüsün çevresindeki kutsal addedilen teraslarda yan yana oturan tanrıların arasına kendisinin ve annesinin heykellerini ( Zeus –Oramasdes’in soluna kendisini sağına annesini) yerleştiriyor. Kendisine Theos (tanrı), annesine Thea (tanrıça) ünvanını vererek.

Kaynaklar arasında Antiokhos’un ömrü vefa etmediği için Nemrut Zirvesindeki tapınağın tamamlanamadığı iddiasını da ileri sürenler var. Romalılar’la yapılan ve yenilgiyle biten savaştan sonra zirvenin, Romalılar tarafından harabedildiğini ileri sürenler de… İnternetten ve AnaBritannika’dan araştırdığım kadarıyla tarihlerde tutarsızlıklar ve hikâyede de yer yer tutarsızlıklar var. Amacım arkeolojik ve tarihi bir çalışma yapmak olmadığı için daha derin bilgilerin peşine düşmedim. Beni asıl cezbeden ve ilgilendiren; şaşılacak bir söz birliğiyle, hükümdarların çeşitli coğrafyalarda kendilerini tanrı ilan etmeleri meselesi. İnsan tabiatında egemenlik ve güç elde ettikten sonra meydana gelen değişimin aynı şekilde tezahür ediyor olması. Sonsuz ve ancak tanrısal olduğunda sonsuz olabilecek iktidarı talep etmek.

Antiokhos vasiyet metninde baba – oğul kurdukları dinin özelliklerini ve şakaya alınacak bir şey olmadığını kararlı bir üslupla yazdırmış. Metnin şu bölümü oldukça açık bir dille muhataplarını uyarıyor: “Sonsuz zaman kaderin bir cilvesiyle tüm insanlar arasından hangi soyu bu ülkenin mirasına oturtursa, o insan soyu için bu kanunu korumak vecibe olmalıdır. Şunu bilerek ki, kraliyetin rahmete kavuşmuş soyunun intikamı ağırdır, ihmal ve cürümden gelen din düşmanlığını eşit derecede cezalandırır ve takipçisi olur; kutsanmış atalarımın kanunu hakarete uğramışsa, merhamet tanımaz cezalar verir. Zira dindarca yapılan her iş kolaydır; ama dinsizliğin sonu zorunlu olarak sefalettir. Bu kanun benim sesimi duyurdu, tanrıların vahyi ise ona geçerlilik kazandırdı.”

Vasiyet boyunca aynı kararlılıkta ve tavizsiz (korkutucu) bir üslupla karşı karşıya kalınıyor. Zirveye ulaşmak için kat ettiğimiz yol ve orada geçen zaman boyunca bizi saran dehşet duygusu belki yersiz değildi. Orayı ziyaret edenler olarak acaba bu tehdidin rüzgârına mı uğradık ne dersiniz? İspanyollar’ın keyfi hiç de kaçmamıştı…

Şaka bir yana, bazı tarihi gerçeklerin bu coğrafyada hala karanlıkta olduğu ortada. Ulaştığım kısıtlı bilgiler arasında Kommagene krallarının Yahudiler’le dinsel rekabete girmiş olabileceğinin izleri de var, Makkabi Savaşı gibi... Vasiyetteki üslup ve emirlerdeki keskinlik ve asabiyet dozu ise çok yüksek. Antiokhos’un babasıyla birlikte bir alternatif din yaratmakta olduğu ve tek tanrılı din anlayışı ile bir rekabet içinde olduğu ise mantığa uygun geliyor. Tek tanrılı dinlere mensup olanlar için İbrahim’in ateşe atılması hiç de mitolojik bir öykü değildir. İbrahim’in mucizelerle dolu hayat hikayesi de…

Muzaffer hükümdarların kendilerini tanrı gibi görmelerine ve kendilerini ve yakınlarını tanrı ilan etmelerine tarih boyunca sık sık rastlıyoruz. Firavunlar, Büyük İskender ve birçok Romalı hükümdar, alenen veya dolaylı olarak kendilerini tanrı ilan edip “tanrı gibi” davrandılar. Bu durumu, o günün ideolojik bir argümanı olarak görmek mümkündür. Kazanılan başarıların ve elde edilen zenginliğin somut bir ifadesi olarak “tanrı” ünvanı almak. Bunun dünyada ulaşılabilecek en yüksek mertebe olduğuna da dikkatinizden kaçmaz kuşkusuz.

Nemrut’un zirvesinden aşağı inerken gün ağardığı için neşe içinde ve zor bir sınavı atlatmış olmanın hafifliğiyle yürüdük. İnmek çok zevkliydi, rüzgâr durmuş, güneş bizi şefkatle ısıtıyor. Hayalim beni o günlerin havasına çağırsa da çok yorgunum. Henüz ne yaşadığımın da ayırdında değilim. Ekşi sözlükte bu diyarın eski çağlarda cennet bahçelerini andıran bir bereket ve güzellikte olduğuna dair bir anektod var. Bu güzelliğin izlerini bulmak mümkün olsa da, fark edilen daha çok hırçınlık.

Zirvenin keşfi: 1835, 1839 yılları arasında Türkiye’de görev yapan Prusya ordusuna mensup bir subay olan Helmuth von Moltke, zirvedeki kalıntılardan ilk söz eden kişi… Kaplumbağa Terbiyecisi’nin ressamı, aynı zamanda müze müdürlüğü kariyeri de olan Sevgili Osman Hamdi Bey de zirveyi ziyaret etmiş ve Yervart Oksan ile birlikte, bir araştırma yayınlamış; “Le Tumulus de Nemrut Dagh” (1883). Kitabın 1988’de bir tıpkı basımı yapılmış. Zirvede daha sonra 1950 ve 1970-80 yılları arasında kazılar yapılmış. Bu kazıların sonuçları henüz çok kesin ve aydınlatıcı bir hikâyeyi ortaya koymaya yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Bu görkemli kalıntıların yaklaşık 900 sene boyunca, bu zirvede bilinmeyen olarak kalmış olmasını da dikkat çekici bulanlar olabilir. Bu unutuluş Antiokhos açısından tam anlamıyla bir hayal kırıklığı sayılabilir, bu çok heyecanlı ve iddialı faaliyetin sonucundaki unutuluş.

Hikâyeyi bilirsiniz: İbrahim Rabbi ile bir anlaşma yapmıştır. Hakikati tebliğ etmekle görevlenen İbrahim, tanrı olarak cisimleştirilmiş putları kırar (putları yapan ise babası Azer’dir) ve tek bir yaratıcı olduğunu, tanrı olarak ilan edilen putların hiçbir mana ifade etmediğini çeşitli vesilelerle ifade eder.

Sırf Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile münakaşa eden o (hükümdardan) haberin yok mu?

Hani İbrahim, “Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!” demişti. Hükümdar cevap vermişti “Ben (de) hayat verir ve ölüm dağıtırım!”

İbrahim: “Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!” demişti.

Bunun üzerine hakikati inkâra şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı. (Kuran-ı Kerim, Bakara suresi, 258. ayet )

Kuran-ı Kerim’de, İbrahim Peygamberin Nemrut”la tartışması yukarıdaki şekilde anlatılıyor. ( Kuran-ı Kerim’de Nemrut adı geçmez.)

Adı Nemrut olarak anılan hükümdar, muhtemelen kendisi de bir “tanrı”ydı, bu gibi tartışmaların sonucunda İbrahim’i ateşe atacaktır. Fakat ateş İbrahim’i yakamaz (Enbiya suresi 69. ayet) Rabbi imanı nedeniyle ve kendisine inanmayanları zor durumda bırakmak adına, onu ateşin yakıcılığından korur. Hikayeyi mitolojik olarak tamamlarsak: Sonuçta Nemrut kendisine musallat olan sivrisineğe yenilecektir. Bir sivrisinek Nemrut’un burnundan girerek beynine ulaşır. Ona dayanılmaz bir baş ağrısı ve acı verir. Bu acıdan kurtulmak için Nemrut başını tokmaklatmaya kadar vardırır işi ve sonuçta beyni dağılarak ölür.

Verimli Ay adı verilen Mezopotamya’nın zengin toprakları, dünya tarihi boyunca din, mezhep, etnik farklılıklar nedeniyle çıkan savaşlara sahne oldu. Bu kırık talih biliyorsunuz, hâlihazırda sürüyor. Petrolün ekonomik değer kazanması ile birlikte de; soğuk ve sıcak savaşlara neden olan rant kavgaları da bu sürece eklendi. Yaşadığımız günlerde kimseye hesap verme zarureti duymayan ve her haksızlığı açıklama yeteneğine sahip olan George Bush ve yandaşlarının “dünyanın hakimi” olmak statükosuna boyun eğmek zorunda kalıyor. Günümüzün muzaffer komutanlarının, tıpkı tarihteki selefleri gibi, savaşa sürdükleri kendi yurttaşları veya düşman olarak seçtikleri insanların değersizliğine karar vermiş olduklarını düşünebiliriz. Savaşlarda hayatlarını kaybeden sivillerin de bu değersizlikten paylarını aldıklarını unutmamak gerekiyor. Efendilerin güç savaşlarına hizmet eden köleler olarak, modern dünyadaki rollerini itiraz edemeden oynuyorlar. Medeniyetimizin temel taşlarını oluşturan değerlerin her birini hiçe sayan bu zihniyet karşısında, diplomatik çabaların veya protest duruşların pek de bir anlam taşımadığını, sonuca bir etki yapmadığını söylemek zor değil.

Çağdaş Tiranlardan söz ediliyor olması bizi şaşırtmıyor ve sessizce buna ikna oluyoruz. Alenen kendilerini tanrı olarak ilan etmiyorlar; etkinlikleri ise ilk çağın hükümdarlarının etkilerinden geri kalmıyor. Ölüm makineleri oluşturmuşlar ve can almaktan hiç de çekinmeden amaçlarına ulaşmak için planlarını uyguluyorlar. Kendilerini Tanrı ilan etmediler ama tanrı ilan etmişçesine davranıyorlar. Bu niyetlerin, amaçların “tanrısal güçler benim emrimde” gibi bir deklerasyona ihtiyaç duymadan hayata geçirilmesi sorunu ortadan kaldırmıyor. Sonucu da daha katlanılır kılmıyor. Vakıa ki, bu davranış kalıbı, sadece devlet yönetimleriyle de sınırlı değil. Dünya imparatorluğu hayal etmek global yapılar sayesinde şirket yönetimleri için de mümkün biliyorsunuz. Hırslarını kendi egemenliğini ve kusursuz iktidar alanlarında hayata geçirmek niyetinde olan herkese olanaklar sunan bir dünya düzeni içindeyiz. Sistem bütün çağdaş tanrı adaylarına imkânlar sunuyor.

11 Eylül’den sonra, haklılıklarına ve samimiyetlerine birçok kişi inanmasa da, bir işgal zemini yaratan ve halkını buna ikna eden Bush’un Roma İmparatorlarına, ABD’nin da imparatorluğa benzetildiğini hatırlayalım. Kaldı ki, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinin handikaplarını, tıpkı ilkçağ ve daha sonraki imparatorluklar gibi savaş yoluyla manipüle etmesi ilk defa kullanılan bir yöntem değil. Korkarım bu yolu son defa da kullanmıyorlar.

Bir satranç tahtası kuruluyor… insanların inançları ve hayatları üzerinden, bir sahte problem kurarak; filler, atlar, piyonlar ve kaleler tespit ederek oyuna başlıyorlar; şah mat demek için her hileyi deneyerek ve yalan söyleyerek… yüksek ideallerden söz ederek… evcilik oynar gibi… savaşçılık oynar gibi… tanrıcılık oynar gibi… canlı bombalar sosyolojisi üzerinden Siyasi İslam tehlikesi senaryosu yazıp, oynuyorlar. Baudrilliard’ın tespit ettiği gibi: Henüz işlenmemiş suçları bahane ederek!

Belli ki mümkün olduğunda ateşe atacak bir peygamber de yaratabilirler.

Günümüzde yaşayan Nemrut’lara karşı hepimizin “İbrahim” olmasına istinaden; arkadaşım Gül’e (Gül Karaağaç) ilham olunan şiirle veda etmek istedim. Tanrı iyilerin yanındadır.

BÜLBÜLÜN AŞKI

Bülbül-ü ağıt… İbrahim’e kurtuluş

Güle dönen ateş bedeldi figana

O bedel ki… aşk-ı badeyi sunuş

Asırlardır her avazda yakarış yaradana

Nemrut’un öfkesi kudurmuş bir küheylan

Kütüklerin ortasında bekleyense İbrahim

Bülbülün yakarışı arşa ulaştı ulaşacak

Ya Rabbi! Zalim’e ders, İbrahim’e merhamet

Yakın yıkın mel’unu! Diye atar naralar

Yanan kütük gül açar…ortasında İbrahim

Şükreder figanıyla mutludur artık bülbül

Güle minnetle bakar… kurtuluşa vurulur

Mel’un ben miyim diye…öfke döner kendine

Nemrut ürker öfkeden, heybet-i yaradandan

Ayrılır yarı mağrur, lanetli… İbrahim’den

Bülbül avaz ötesi… gülde Tanrı’yı görür

Asırlardır aşkını suret-i güle söyler