28 Eylül 2009 Pazartesi

Hayat Devam Ediyor

Café Colette yeniden faaliyete başladı.

Hayatım boyunca beni hayatın kıyısına bu kadar iten bir başka sevgilim olmadı. Colette ile yaşamak için uyulması gereken bir sürü kural vardır. Colette sizden herşeyi kendisi için yapmanızı bekler. Mesela: Sabah kahve keyfi yarım kalabilir, günboyu soğumuş çay yudumlanır, günlük haberlerden uzak kalınır, sinemaya veya bir konsere gidemezsiniz ama Colette gelenler bütün bunlardan daha önemli bir heyecan getirirler.

Colette'nin bu ikinci açılışını vezir gambitine benzetir gibi oldum; riskli ve ustalık isteyen hamleler yaptık. Ne de olsa artık tecrübeliyiz. Başardık da galiba, bu başarıda ziyaretleri ve armağanları ile bize destek olmayı seçen o kadar çok insan varken zaten başarmamak imkansızdı. Yanımıza gelemeyip dualarıyla destek olanların varlığından da şüphemiz yok. Sonuç olarak bütün bu dostlara kalbimizi ve kapılarımızı açtık.

Küçük Colette'den, ilk deneyimimizden yeni yerimize taşınan eski dostluklar bizde bir şükran duygusu uyandırmakla kalmadı, hayatla bağımızı da kuvvetlendirdi. Herşeyin gelip geçici olduğu bu dünyada dostların olmasından, dostların bir araya gelmesinden kuvvet almak çok güzel.

Yaşadığım zor yıllar bana hayatta en önemli şeyin insanların değerleri olduğunu öğretti. Değerlerine sahip çıkan insanın asla yenilmeyeceğini de öğrendim. Elden gidenlerin geri gelebileceğini, kaçan fırsatların ansızın önümüze çıkabileceğini farkettim. Yokluğun yoksunluk yaratmamasının küçük sırrı insanın değerlere sahip olmasındaydı. İnsan sahip olduğu değerler tarafından yönetildikçe güçleniyordu. Bu pragrafı son 7 yıldır yaşadığım süreci sonsuz bir dikkatle hergün irdelemenin sonucunda yazdım. Değerlerin insanları hedeflerinden uzaklaştıracağına dair adı konulmamış bir inancın insanları yönettiğini farkettiğimde kırklı yaşlarımın ortasındaydım. Daha önce defalarca bu hataya düştüğümü farkettiğimde ise kendime doğrusu çok kızdım. Olaylarla ve insanlarla hesaplaşmayı bir tarafa bıraktım. Şu veya bu nedenle kaybettiğim herşeyin asla benden uzakta olmadığını anlamam böyle bir sürecin sonunda oldu.

Geçen haftalardan birinde sevimli bir hanım bütün öğle sonrasını beni aramakla geçirmiş bir halde bana ulaştı. "Sizi bulmam bir mucize." dedi. Elinde Osman Akalın tarafından yazılmış bir roman: Yükseklerde, Arka Oda yayınlarından çıkmış.

Osman Akalın, Kayseri'de yaşayan bir doktor. Kendisi ile hiç tanışmamışız ama vaktiyle Kötü Tüccarlar'a yazmış ve kitabı çıktığında da bizi unutmamış. Kayseri'de kitabı bana ulaştıran Aysun Hanımla tanışmışlar. Osman Bey, Aysun Hanımın İzmir'li olduğunu öğrenince Kitabı bana ulaştırmasını istemiş. Aysun Hanım elindeki; Fatma Özkalay, Café Colette ve Alsancak bilgileriyle ben fakir, Gülevi'nde kahve içerken bana ulaştı: Mucize sizsiniz Aysun Hanım!

Osman Akalın'ın kitabını okudum. Yükseklerde, terör bölgesinden insanların anlattığı bir hikayelerle örülmüş bir roman. Çok başarılı, başarısı insanı insan olarak, sadece insan olarak tanıtmasında. Asker, doktor, öğretmen, terörist kimliklerini ikinci sırada bırakarak. Keşke bu hikayeler daha çok yazılsa dedim. İçinde "bölücülük" paranoyası olmayan, kin ve nefret saçmayan hikayeler bizi biraz kendimize yakınlaştırıyor sanki.

Osman Akalın, size teşekkür ediyorum. Yürekli olduğunuz ve namuslu olduğunuz için de kutluyorum.

21 Haziran 2009 Pazar

KONSTANTİNİYYE’Yİ İSTANBUL YAPMAK


Uzun süredir Fatih ve Akşemsettin üzerine okuyor ve düşünüyorum. Anlamaya çalıştığım şey tarihi kayıtların az ve hatta güvenilir olmaması ve bazı bilgilerin birbirini tutmaması ile ilgili değil. Menkıbelerin destansı büyüsüne kapılıp manevi bir coşku ile yetinmek de değil.

İstanbul’un fethinin sonuçları üzerine okur-yazar olan herkesin az da olsa fikri vardır. Fethi hazırlayan koşullar için de aynı şey söz konusudur. Az çok biliriz çünkü İstanbul hepimizin sevgilisidir. Kimimiz kollarında mutlu, kimimiz dargın veya kavgalı, kimimiz ayrılmış, kimimiz resmini görerek ona gönül vermiş, kimimiz gidip görmek için yanmaktayız. İstanbul yuvadır, saraydır, hapisanedir, okuldur, gurbettir, sıladır, enerji merkezidir, iki kıtayı ayıran, iki kıtayı buluşturandır ve çok kıskanç değil miyiz İstanbul söz konusu olduğunda?

Bazılarının bildiği ve pek çoğunun da bilmediği ise İstanbul, “Belde-i tayyibetün” yani güzel beldedir. Hz. Peygamber miraçtan dönerken İstanbul’u görmüş ve güzelliğinden söz edecek kadar etkilenmiştir. Hz. Peygamberin “Konstantiniyye(İstanbul) elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker, ne güzel askerdir” sözüne ise fetih gününe kadar İslam aleminde bir müjde olarak itibar edilmiştir. İşte bu yüzden, Sultan II. Mehmet’in askerleri, Bizans’ın surları yıkılıp İstanbul’a girdiklerinde müjdeye kavuşmuş ve bunun pek ağır olan bedelini ödemiş olmanın şerefini yaşarlar. Zaten fetihle ilgili menkıbelere dalarsanız, neredeyse her askerin bir derviş olduğu izlenimini edinirsiniz. Ahilik geleneğinin doğal bir tezahürü olan bu realiteden hareketle, Osmanlı ordusunun fetihten önce de sonra da her şeyden önce manevi bir terbiye ile davrandığını düşünüyorum. Bu düşüncemin günümüzün laiklik anlayışı ile çeliştiğini söyleyenler çıkabilir. Unutulmaması gereken bu satırların tarihi hikaye etmek için değil anlamak gayesi ile yazıldığıdır. Ayrıca Laik Cumhuriyeti kuran ordunun da aynı terbiye ile savaştığını fark edebiliyorum. Hatta Kore’de savaşan tugayımızın bile bu duruştan uzak olmadığını düşünüyorum.

Belde-i Tayyibetün’ü fethedecek iki mucizevi kişinin, Fatih ile Akşemsettin’in karşılaşmaları ile ilgili hikayeye bakarsak: Hacı Bayram Veli’nin II. Murat’a “İstanbul’un fethini ne sen ne de ben görürüz. Onu görmek bu çocukla şu bizim Köse’ye (Akşemsettin) nasip olacaktır.” dediği gün Sultan, Şehzadeyi elinden tutup (Fatih 3-4 yaşlarındadır.) Manevi Sultan’ı ziyarete gitmiştir. Tasavvuf terbiyesinde alimin hükümdarı ziyaret etmesi hoş görülmediği için hükümdarların alimi ziyareti olağandır, bir adettir. Bu ziyaretle Konstantiniyye’nin kapısının aralandığını düşünüyorum. Sultan Murat, Hacı Bayram Veli’den Konstantiniyye’nin fethi için dua etmesini rica etmiş ve yukarıdaki cevabı almıştır.

İslam alimleri Molla Cami’den beri, “Belde-i tayyibetün” teriminin ebcet hesabı ile 857’ye işaret ettiğini biliyorlardı: Hicri 857, Miladi 1453 Konstantiniye’nin fethedileceği zaman olarak tahmin ediliyordu. Bunun herkese açıklanmayan bir sır olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ancak Hacı Bayram’dan çocuk denecek yaşta hilafet alan Akşemsettin, kuşkusuz bundan haberdardı. Hacı Bayram Veli’nin onu dizinin dibine alıp bunu açıklamış olması çok mümkün. Hatta Akşemsettin’i fethin gerçekleşmesi için çalışmakla görevlendirmiş olduğunu düşünebiliriz.

Hacı Bayram Veli, Akşemsettin’in dahiyane vasıflarını çok yakından ve herkesten önce görmüş olmalı ki: "Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir?" diye sorulduğunda:
"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur." demiştir.

Fatih’e gelince, çok iyi bir kadro tarfından eğitildi. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve Akşemseddin. Birçok konuda eğitim gördü, 7 lisan konuşuyordu ve kendisine meslek olarak ileride Bizans surlarını yıkacak topların yapımında çok işine yarayacak olan dökümcülüğü seçmişti.

Hiç kuşku yoktur ki Şehzade Mehmet de 12 yaşında ilk tahta çıktığından beri İstanbul’un fethinin hayalini kuruyordu. Belki babası da ona Hacı Bayram’ın verdiği müjdeyi, gizlemesi şartıyla ona fısıldamıştı. Öyle ya! 12 yaşındaki bir çocuğa tahtı terk etmekte de bir sır olmalı. Sultan Murat’ın fetih tarihinde Fatih’in henüz 21 yaşında olacağını önceden biliyor olması ihtimali güçlüdür ve büyük bir inançla oğlunun o güne hazırlanması için çabaladığını ve planlar yaptığını düşünmemiz mümkündür.

Fatih’e babasından, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutan kadrosu hazır gelmişti. Günümüzden bakıldığında bütün koşulların bir mucizenin gerçekleşmesi için bir araya geldiğini görebiliriz Peki nasıl oldu da bu mucize gerçekleşti? Bu sorunun cevabını Fatih ve Akşemsettin ilişkisinde aramak gerekir. Fatih ve Akşemsettin arasında diğer hocalarına nazaran çok az yaş farkı vardı. Birlikte büyüdüklerini düşünebiliriz. Düşünürken, tartışırken, ibadet ederken nasıl kaynaşmış olabileceklerini gözümün önüne getirebiliyorum. Eşitler arası bir ilişki kurduklarına şüphem yok. Bu nedenle, Akşemsettin’in Fatih’in ruhen ve bedenen gelişmesine katkısı bütün diğerlerinden kat be kat fazladır

Bütün Konstantiniye muhasarası boyunca Fatih’in hemen her tartışmada, her fikir ayrılığı ve aksilikle karşılaşıldığında Akşemsettin’e müracaat ettiğini ise görmezden gelmemeliyiz. Komutanların Akşemsettin’e verilen bu prestije itiraz ettikleri zamanlarda, hele fetih gerçekleşmeden birkaç gün önce patlak veren tartışmalarda Fatih’ten muhasarayı kaldırmasını isteyen komutanlar Fatih’in Akşemsettin’e duyduğu olağan üstü bağlılığa yenilmişlerdir. Çandarlı Halil Paşa başta olmak üzere komutanlar muhasaraya son vermek gerektiğini iddaa ettiklerinde, Fatih belki son kez olmak kaydıyla Akşemsettin’in sözünü tutmuştur.

Menkıbe, Fetih gecesi Fatih’in Akşemsettin’in çadırına neredeyse hesap sormak için gittiğinde çadıra sokulmadığından bahseder. Akşemsettin askerlerden çadıra kimseyi sokmamalarını istemiştir. Padişaha bir engel yoktur elbette, Fatih, çadıra kılıcıyla bir darbe indirdiğinde Akşemsettin’in toprağa secde etmiş hiç kıpırdamayan, adeta yok olmuş halini görünce, dönüp gittiğinden bahseder.

Bu anekdot sanırım Akşemsettin’in fethe olan inancını Fatih’e nasıl aşıladığının cisimleşmiş halidir. Ben hayalimi bu meseleye yönlendirdiğimde, hoca- talebe ilişkisini aşmış bir kader bağının bu iki insanı bağladığını fark ediyorum. Çocukluk yaşlarında Molla Gürani’nin sopa kullanmasını gerektirecek kadar ele avuca sığmaz ve isyankar olduğu söylenen Şehzade Mehmet, Akşemsettin’e ve onun verdiği mesaja kalben teslim olmuştur. Fatih Sultan Mehmet üstün vasıflarla donanmış bir insandı. İstanbul’u fethetmek için kusursuz bir alt yapı hazırlamıştı. Akşemsettin’in kılavuzluğunda bir çağı kapatıp yeni bir çağın açılmasına sebep olan inancı ve inadı gösterdi ve bir mucizenin faili oldu.

Fetihten sonra Fatih ünvanını alan II. Mehmet, bu müthiş zaferi kazandığında bilirsiniz sadece 22 yaşındaydı. Akşemsettin’e mürit olmak, onunla sırlar üzeri bir yolculuğa çıkmak, dünyadan el etek çekmek için hocasına müracaat etti. Akşemsettin ise bu teklifi kabul etmeyerek O’nun dünya için yapacağı işler olduğunu söyler, Sultan’ı devletin başında kalmaya ikna eder. Fatih’in hükümdarlıktan vazgeçip, derviş olma sevdasına düşmesinin sebebini anlamak ise zor değildir. Gencecik bir yaşta bir mucizenin faili olmak, Fatih gibi zeki adamın ruhunda hakikat aşkını yakmıştır. Manevi fetihlerin de Fatih’i olmak istemiştir.

Fetihten kısa bir süre sonra ise Akşemsettin, İstanbul’u kendisine verilen görevi başarmış bir dervişin sadeliğiyle terk eder. Göynük’e yerleşir. Orada Bayramiye tarikatının Şemsiye kolunu temsil eder ve ömrünün geri kalanını öylece geçirir.

Galatasaray- Olimpiakos maçını seyretmek için TV karşısına kurulduğumda beni elimde olmadan gülümseten bir pankartla yüz yüze geldim. Pankartta “1453” yazıyordu. Biz sizi zaten yendik gibisinden bir mesaj! Aslında bilirsiniz, Osmanlı İstanbul’u Yunanlılar’dan almadı. Bizans teorik ve teolojik miras olarak Yunan halkının yakını olabilir veya öyle addedilebilirse de Bizans ile Helenler arasında bir etnik bağ kurmak ancak milliyetçilik rüzgarı ve nihayetinde ilk dünya savaşının emperyalist kuramcılarının marifetiyle icat edilmiştir.

Rivayet edilir ki Fatih Sultan Mehmet Troya’nın öcünü aldığını söylemiştir. Çok romantik keşke gerçek olsa. Anadolu sakinleri olarak Agamemnon’un tarafını tutacak değiliz herhalde! Üstelik de Helenler Troya’da hile ile galip geldiler. Savaşta ve aşkta her şey mubahtır denilirse de…