14 Nisan 2020 Salı

MEDİNE'de MUHAMMET, YESİ'de AHMET



Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Talep edenlere inci cevher saçtım ben işte
Riyazeti sıkı çekip, kanlar yutup
"İkinci defter" sözlerini açtım ben işte


Hoca Ahmet Yesevi'yi, Tasavvuf Tarihinin bu menkıbevi  kahramanını  tanımaya çalışıyorum. Bu gerçekten zor, çok zor oldu çünkü Hazretin hayatı ve eseri hakkındaki bilgiler son derece kısıtlı. Türk Tasavvuf Coğrafyasının  pek çok şahsiyeti gibi Hoca Ahmet'in hayatı da menkıbevi bir şekillenişle günümüze ulaşmıştır.

Hoca Ahmet Yesevi hakkında bilgi isteyen herkes tıpkı benim yaptığımı yapıp menkıbevi hayatının hikayesine kolayca ulaşabilir. Soruları sorunca sanal alem hakkıyla cevaplıyor. İnternetten Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumunun bildirilerine ve Ahmet Yesevi Üniversitesinin sitesinden basılmış eserlerine ulaşılabilir. Daha derin ve akademik bir bilgi içinse Prof. Fuat Köprülü'nün, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı (uzmanlar bu çalışmanın henüz aşılmadığı kanatinde) son derece detaylı ve titiz bir çalışma olan esere başvurabilir.

Prof. Köprülü, Ahmet Yesevi kimliğini oluşturmak için çok büyük bir emek harcamış. Hazretin menkıbevi hayatı, tarihi hayatı, halifeleri ve tarikatı, eseri, tesirleri ve takipçileri konusunda çok etraflı bilgiler vermiştir.

Hoca Ahmet'in hayat hikayesinin üzerindeki perdeyi Divan-ı Hikmet kaldırıyor adeta. Yüzyıllar içinden süzülüp gelmiş bir eser. Çeşitli kütüphanelerden derlenmiş nüshaları var. Orta Asya'da "kam" denilen ozanlar tarafından müzik eşliğinde yüz yıllardır dile getiriliyor. Aynı şekilde Anadolu ve Balkanlarda da ozanlar çalıp söyleye gelmişler. Fuat Köprülü, Divan-ı Hikmet'in edebi zevke hitap etmeyen bir eser olmasından dem vuruyor: "Ahmet Yesevi büyük bir şair değil sadece mutasavvıftı..." diyor. Yine Köprülünün dikkat çektiği bir bir nokta "...Ahmet Yesevi esasen O devrin bütün sufiyane telakkisini tamamiyle kavramış mühim bir şahsiyetti. "  diyor ancak hitap ettiği "iptidai" topluluğun anlayacağı şekilde konuşmak zaruretinde olduğunu "Tasavvufi hakikatleri, ancak muhataplarının kabiliyet ve idraki derecesinde" açıkladığını da sözüne ekliyor.

Dünya antropolojik olarak bazı toplumların iptidai olarak nitelendiği yılları geride bıraktı diyebiliriz. Bu bakış açısı sadece kendilerini medeni gören Batı Medeniyetinin ve misyonerliğin bakışıdır. Keşfettikleri topraklardaki hayat biçimlerini ne denli küçük gördüklerini biliyoruz ve işledikleri insanlık suçlarına hiç değinmeyeceğim. Ama belirtmeliyim ki Köprülü'nün yaşadığı yıllarda  bazı toplumların iptidai olduğu söylemek çok mümkündü ve bu kabul görürdü. İptidai derken göçebe Türk topluluklarından ve bu kültürden söz ediliyor.

Bu göçebe toplumun, İslam diniyle tanışması, Orta Asya bozkırlarında kulaktan dolma bilgilerle bu dine katılmalarında bir sorun olması kaçınılmazdı kuşkusuz. Hoca Ahmet'in fonksiyonu ve önemi burada ortaya çıkıyor.

Hoca Ahmet iyi yetişmiş Arapça ve Farsça bilen birisiydi. Devrin en önemli mutasavvıflarından feyz almıştı. Bu günkü tabirle Türki dillerden başka dil bilmeyen bir halka hizmet etmeyi seçti. Amacı, bilmedikleri bir dilde kutsal kitabı olan, aslen Arapça olan Kuran-ı Kerim'deki hakikati onlara duyurmaktı. Hikmetleri vasıtasıyla onlara Kuran ve Hadislerdeki emir ve tavsiyeleri Türkçe ile ifade etti. Menkıbeye göre doksan dokuz bin öğrenci yetiştirdi. Yesi şehrinde kurduğu dergah yoksullara, yolculara kucak açan bir imaret işlevi de görüyordu diyenler çoğunlukta. Buradaki maceranın etkisi Orta Asya Türklerini çok etkilemiş olmalı ki menkıbe Hoca Ahmet'e çok yüksek bir nüfuz vermiş. Hoca Ahmet'in yetiştirdiği öğrencilerini Anadolu ve Balkanlara irşat görevi ile gönderdiği ve günümüzde özellikle Balkan Müslümanları arasında halen bir pir olarak anıldığını biliyoruz. Arap Coğrafyasında ve Kuzey Afrika'da Yesevi tarikatının dergahları da mevcut.

Diğer yandan Köprülü'nün ifade ettiği gibi bu hikmetler edebi zevke hitap etmekten uzak olmakla birlikte tereddütsüz bir biçimde sarih ahlaki tavsiyelerle, nasihatlere bezenmiştir. Ayet ve hadislerin Türkçe'de ifade edilmesi ve açıkça yorumlanması bozkır kültürünün İslami hakikat ile tanışmasında büyük bir rol oynamıştır. Aynı yüzyılda Farsça çok yetkin bir tasavvuf şiiri ve felsefi bir paradigma ile bu günkü İran topraklarında boy göstermekteydi. Büyük Selçuklu Devletinin dili Farsça idi. Bu nedenle Köprülünün edebi değer ve felsefi düzey açısından bir kıyas yapmış olmasını anlayabiliriz fakat araştırmacıların ve takipçilerinin ısrarla üzerinde durdukları mesele Türklerin dini prensipleri kendi dillerinde idrak etmelerinde Ahmet Yesevi ekolünün büyük bir katkısı olduğu yönündedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anılarında bahsettiği "Avrupa kompleksim" diye ifade ettiği duruma bir gönderme yapmak istiyorum. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Entelansiyasının bu kompleksle maruf olduğunu çocukluk yıllarımdan ben de biliyorum. Hala bu kompleksin izlerinin tamamiyle silindiğini söyleyemeyiz. Buna paralel olarak Türk milliyetçiliğinin Turancı veya Atatürkçü milliyetçilik akımları da; Türklerin Türkçe konuşması ve halk Türkçesi ile yazılmış Türk Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı şiirlerini  asıl edebiyatımız gibi görmekte ısrarcıdırlar. Mesela ben 1957 yılında doğmuş biri olarak, eğitim hayatım boyunca Halk Edebiyatının hak ettiği övgüyü fazlasıyla aldığı ama Divan Şiirinin halktan ve hayattan kopuk, güzel sevmek, şarap içmek gibi konuları işleyen bir zevk ü sefa edebiyatı olduğu algısına maruz kaldım. Mevlana'nın ve Koca Yunus Emre'nin mesajını sadece hoş görü mesajı açısından öne çıkaran Hümanist Entellektüellerin de oluşturulan algıda payı vardır. Bu meseleye değinmek istememin nedeni edebiyat tarihi araştırmalarının bu gün bile belli bir yönteme dayandırılmıyor olması. Bazen komplekslerle ve menkıbelere yeni menkıbeler ekleyerek meselelere yaklaşıyor olmak konusundaki tutarsızlığımız.

Hoca Ahmet'in Divan-ı Hikmeti henüz akademik bir disiplinle tasnif edilmedi. Orijinal metne ulaşmak için dil, söyleyiş ve tasavvufi eda gibi bir çok açılardan elimizdeki nüshaları incelenmesi gerekiyor. Hoca'nın takipçileri tarafından "Yesevi" mahlası kullanılarak söylenmiş dörtlükleri ayrıştırmak için çalışmalar yapılması icap ediyor. Bu hükmü hatırı sayılı uzmanların sözlerine dayanarak söylüyorum.

Tasavvufi Dünya görüşünün Türkiye'de ve Dünyada yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Bir süre dönem Aydınlanma hareketinin dünyayı deney ve gözleme dayanmayan hiç bir önermenin kabul edilemeyeceği prensibine davet ettiği ve insanların spiritüel vasıflarının yok sayıldığı, küçümsendiği bir dönemdi. İmdadımıza yetişen kuantum fiziğinin buluşları oldu. Artık dünya enerjinin, zamanın, ışığın ve maddenin ilişkisini kuantum fiziğinin açılımıyla algılıyor. Bu gelişme kuşku yok ki önümüzdeki asırlarda bir dönüm noktası ve belki de yeni bir çağın kapısını açan  bir devrim olarak  nitelenecektir. Buna binaen bilindiği gibi   SSCB yıllarında, sözüm ona sosyalist bir devletin sınırlarında yaşayan Orta Asya'daki Müslümanlar; Kazaklar. Özbekler, Türkmenler yoğun bir baskı altındaydılar ve dini özgürlüklerinden uzak yaşadılar. Divan-ı Hikmet'i adeta bir kutsal metin gibi hafz etmiş ve benimsemiş olmalarının kendilerini ayakta tutuğunu ve bu günkü varlıklarını ona borçlu olduklarını söylüyorlar.Bu konuda Ahmet Yesevi Belgeseli bazı fikirler veriyor. belgeseli çok kuru ve başarısız bulmakla birlikte...



Tasavvufun en önemli meselelerinden biri olan ahlaki duruş, Ahlak-ı Muhammedi olarak ifade edilen mana ne yazık ki günümüzde İslam Coğrafyasında maalesef hayata geçmiyor. Şeklen müslüman olmak yeterli görülüyor. Buna nispetle Hoca Ahmet'in çabası ve etkisinin kıymetini yeniden anlamak ve onunla tanışmak çok heyecan verici.

Sünnet imiş kafir de olsa verme zarar
Gönlü katı gönül incitenden Allah şikayetçi
Allah şahit öyle kula "siccin" hazır
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte"

(Siccin, burada: Şakilerin, kötülerin, ve azab olunan ruhların koyulduğu yer anlamındadır.)

Hoca Ahmet'in isminin anılmasında çok hizmet verenlerden biri; Eski Kültür Bakanımız, Ahmet Yesevi Üniversitesinin kurucularından olan ve on dört yıl boyunca Mütevelli Heyeti Başkanlığını yapmış olan Namık Kemal Zeybek. Namık Kemal Zeybek iyi bir hatip ve doğrusu karizmatik bir insan. Hoca Ahmet Hazretlerinin atmış üç yaşından sonra, ki cihan sultanı Peygamberimizin vefat ettiği yaş,  uzlete girmesi konusunda söylediği şu: Uzlette Atmış yıl daha yaşadı! Hacı Bektaş Veli ile görüştü.  Hoca Ahmet'in atmış üç yaşından sonra dahası atmış yıl uzlette yaşamış olması mümkün mü, mümkün veya değil. Önemli olan bunun hangisinin yani Hoca Ahmet'in kaç yıl yaşadığı değil Namık Kemal Zeybek'in ona vermek istediği tesir kabiliyeti. Namık Kemal Zeybek onun Hacı Bektaş Veli ile görüşmüş olduğuna ikna olmuş. Buna ben de kaniyim. Muhakkak görüştüler, mutlaka görüşmüşlerdir. Belki de şu fani dünyada en kolay olan şeylerden bir velinin diğeri ile görüşmesidir.

Zeybek, Aşk Yolu adlı kitabında yukarıda bahsettiğim orijinal hikmetleri ayrıştırdığını söylüyor. Kitabı okumadım ama seyrettiğim videoların hepsinde Zeybek çok etraflı bilgiler veriyor.

Menkıbeleri seviyorum. Masalları pek de sevmem. Menkıbe de rahmani bir damar vardır, ümit ve mucize doludur ve mevzu bahis olan şahsı yüceltir. Masallar dünyevi ve yer yer şeytani bir damardan besleniyor gibi gelir bana.
Namık Kemal Zeybek, menkıbeye katkıda bulunup yüz yirmi üç yaşına kadar yaşadı ve Hacı Bektaş Veli ile görüştü ve Anadolu'ya (Diyar-ı Rum) görevlendirdi  diyor. Bektaşi Geleneğinin bu sayede yol aldığını söylüyor. Nakşibendilikle Hoca Ahmet'in bir alakası olamayacağını iddia ediyor. Neden:
Ahmet Yesevi Üniversitesinin hali hazırdaki Mütevelli Heyeti başkanı olan Prof. Musa Yıldız onu Nakşibendiliğe de etkisi olduğunu söylüyor.

Mahmud Erol Kılıç ise Ahmet Yesevi'nin iddia edildiği gibi Türk ve Anadolu Müslümanlığının yegane mimarı olması konusunda: "Sadece damarlardan biridir" diyor.

Sözü söyledim, her kim olsa cemale talip
Canı cana bağlayıp, damarı ekleyip
Garip, yetim, fakirlerin gönlünü okşayıp
Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte
...
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol
Öyle mazlum yolda kalsa yoldaşı ol
Mahşer günü dergahına yakın ol
Ben-benlik güdenlerden kaçtım ben işte

Hoca Ahmet uzmanı değilim ama bütün bu hikayeden anladığım onun Türk Tasavvufu mecrasına etkisi ve Dini Halk Edebiyatına verdiği ilhamdır çünkü Yesevi mahlasıyla yazılmış ve Hoca'ya atfedilen derlenmiş veya belki de  Sözlü Tarihin tozuna, dumanına karışmış birçok "Hikmet" vardır.

İslam Ansiklopedisinden naklediyorum:
"Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata idi. Mansûr Ata 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Ata, Abdülmelik Ata’nın vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengi Ata irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Ata, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Ata’dır. Hakîm Ata Hârizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata idi. Zengi Ata’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir.
...
Divan- Hikmet Ahmed Yesevî’nin “hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.
...

Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrname ise ... Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).)"

Ahmet Yesevi Hazretleri ile ilgili olarak söylenen söz çok dikkate değer: "Medine'de Muhammet, Yesi'de Ahmet." Bu söz; Türkler tarafından Hoca Ahmet Yesevi'nin tebliğ görevini benimseyerek Arapça bilmeyen, "iptidai" Türklere Kuran- Kerimin özünü ve Kutsi Hadislerdeki  manayı açıklamak adına verdiği çabayı layıkıyla anlatıyor.