10 Kasım 2007 Cumartesi

NEMRUT




Nemrut dağındaki kalıntıları ziyaret etmek için Adıyaman’ın Kahta ilçesine geldik. Yol boyunca rehberimiz Yalçın, bizi bu ziyarete hazırlıyor… Kommagene Krallığı İÖ 162 de kurulmuş bir Mezopotamya devleti.

Zirvedeki tümülüs 150 metre çapında ve 50 metre yüksekliğinde…

Kommagene Kralı Antiokhos (İÖ 69-İÖ 34)buraya, dünyanın tavanına gömülmek istemiş… Daha sonra anlaşılacağı üzere buralarda çok maceralar yaşanmış.

Dağın adı Nemrut… İbrahim Peygamberin davetine uymayarak, uymamakla kalmayıp, onu hazırlattığı büyük bir ateşte yakmaya teşebbüs eden Babil Kralının adı Nemrut… Bu bölgede hüküm süren krallara Nemrut ünvanı verilmesi adettenmiş... Sözlüklerde kelimenin anlamı, yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı manasında bir sıfat olarak veriliyor. Bütün bu nemrutluklar, ince bir şekilde burada bir nemrutluk olduğunu hissettiriyor ister istemez.

Sabaha karşı zirveye çıkacağız.

Kâhta yoksul görünüşlü bir kasaba. Akşamın ilk alacasında sokakların boşaldığı sessiz ve renksiz bir belde. İnsanlar yabancılara alışmış, yumuşak bir mesafeyle gülümseyerek bakıyorlar. Otel New Merhaba derme çatma bir bina ve pek de temiz görünmüyor. Otel sahibi eski karakter oyuncusu Haşmet Bey ve yeğenleri bizi sevecen bir coşkuyla karşıladılar. Odalarımıza çıkınca ancak maceraperestlerin aldırmayacağı bir bakımsızlıkla karşılaştık. Kafilede bu durumdan şikâyet eden olmadı. Benim ısrarım üzerine Kâhtalı Mıçı’nın kaseti tedarik edildi. Mıçı’nın varlığına pek de aldırmadığımız türküleri eşliğinde, yediğimiz yemekte Haşmet Bey ve yeğenleri yöresel bir animasyon anlayışı sergilediler. Gündüzleri zabıtalık yapan Yeğen İrfan, kızıma bir yıldırım aşkıyla tutuluverdi. Mani benzeri dörtlükler okuyarak, bazı yöresel dans figürleri ile ona kur yaptı. Çoğu kadınlardan oluşan kafilemizi bütün bunlar pek eğlendirdi.

Geç vakit odalarımıza çıktıktan sonra ise, bir talihsizlik olacak, uyumam mümkün olmadı. Oda arkadaşım, çocuk cerrahisi uzmanı, Zeliş’in barsak enfeksiyonuna benzer bir sorun yaşıyordu ve beni inleyen bir sesle uyandırdı. Görülen o ki çok acı çekiyordu. Ona yardımcı olabilmek için, talimatları doğrultusunda, defalarca yarı çıplak -şort tişört- bir halde resepsiyona inip, görevliden ilaç, karbonat, soda vs. istemem gerekti. Resepsiyondaki saygılı bir Kâhta delikanlısı olan görevli beni her gördüğünde, mum gibi, hazır ola kalkıyor ve olanca nezaketiyle bana hizmet ediyordu. Sabaha karşı hiçbir yetkilinin otelde olmaması işimizi çok zorlaştırsa da Zeliş’in kısmen rahatlamasını sağladık.

Ertesi gün adamın karşısına yarı çıplak çıktığımın farkına ancak varıp kendimden çok utandım. Ama o sırada onun mum gibi ayağa fırlayışı beni daha çok ilgilendirmişti. O büyük bir saygıyla, muhtemelen askerdeyken öğrendiği bir hamasetle ayağa dikiliverince ben de gülümsemekten kendimi alamıyordum. Şimdi düşünüyorum da, bu durum kul hakkına girebilir… Bu ihtimal can sıkıcı, ancak bir kaç sebep beni kurtarabilir, o genç adam kendini sakınmayan turistlere alışıktır veya görevine sadakatle bağlı olması benim Kâhta sınırları için aşırı halimi görmesine engel olmuştur. İnşallah!

Minibüsle Nemrut’un zirvesine yol alırken sağ kolumu dimdik tutarak Zeliş’e hastanede takılan serumu faal halde tutmayı başardım. Zeliş hastalığına rağmen zirveye çıkmaya kararlı. Yalçın, “Kendisi doktor olmasaydı buna asla izin vermezdim.” diyor. Bense bir tür sarhoşluk yaşıyordum, yemekteki içkiden, resepsiyona inip çıktığım uykusuz geceden ve en fazla zirveye doğru karanlık bir dağ yolunda yaptığımız yolculuktan… Uçurumların ve dev ağaçların kurduğu haşin bir coğrafyadan yukarı zirveye yürüyerek çıkacağımız konak yerine vardık.

Rehberimiz Yalçın adı gibi yalçın ve dramatik karakterli bir adam. Her şeyi büyülü bir kıvamda ve destansı bir hava yaratarak anlatmak bakımından yetkin… ustalıkla yapıyor bunu. Teatral yeteneğini fark etmemize rağmen gezi boyunca onun bizi sevk ettiği geçmişe tanık olma havasına hevesle giriyoruz. Zirveye tırmanmadan önce de bizi bir mucizeye tanık olmaya davet ediyor:

“ Güneş ayaklarınızın altından doğacak!”. Kafile yola koyuluyor.

Bense onun peşine takılan gruba dahil olamadım. Zeliş’i, serum şişesini eline verip, bir katıra bindiriyorum. Bir katırın ne denli heybetli olabileceğini de anlama fırsatı buluyorum böylece. Katır ayağının altından kayan kaya parçalarına aldırmadan hızla tepeye tırmanmaya koyuluyor. Katırcı en az onun kadar duruma hakim, sakin ve güçlü, hayvanın ipi elinde hızla yürüyor. Biraz ürkmüş bir halde arkalarından bakakalıyorum, nalların çıkardığı tok sese ve kıvılcımlara karışıyorum. Arkadaşlarımın epeyce ilerlemiş olduklarını fark edip aceleyle peşlerine düşüyorum.

Tepede ilerledikçe, konaklama yerinin ışıklarının etkisi yok oluyor, karanlık koyulaşıyor ve kafileye yetişmem de mümkün olmuyor. Tek başına soluk soluğa aceleyle arkadaşlarıma yetişmeye çalışırken bir şerit gibi kıvrılan Fırat nehrini ve Atatürk baraj gölünü çok aşağılarda ve karanlığın içinde fark ediyorum sağ tarafımda bir uçurum var anlaşılan. Birden kalbimde bir yalnızlık acısı ve korku büyüyor, donup kalıyorum. Dünyanın tavanına çıkarken oralardan bir yerden yanlış bir adım atıp nehrin kıvrıldığı ovaya düşmek ihtimali aslında uzak. Ama gece her şeyi olduğundan büyük gösteriyor. Kendimi toplayıp bir süre daha yürüdükten sonra bir kayanın üzerinde soluklanan kardeşime rastlıyorum. Oldukça kötü görünüyor. Yüzünde belli belirsiz bir dehşet izi görür gibiyim, acı çekmekte olduğunu gösteren bir ifade… Onun da benimkine benzer duygular içinde olduğunu hissediyorum. Gece yemekte aramızda geçen tartışmadan dolayı aramız biraz açıktı, ancak onu sırtında battaniyesi ve yüzünde acı oturup kalmış görünce bunun bir önemi kalmıyor, ne de olsa aynı kandanız… ben de bir süre soluklanıyorum ve zirveye birlikte çıkıyoruz. Sonra öğrendiğimize göre kafilemizdeki hafif tombul ve sevecen dostumuz Gürol Bey de bu tırmanış sırasında öleceğini zannetmiş.

Zirveye vardığımızda bizi çetin bir rüzgâr karşılıyor. Otelden ayrılırken battaniyelerimizi mutlaka almamız gerektiğini Yalçın ısrarla söylemişti. Ben bunu onun bize gösterdiği aşırı özene yormuştum. Yalçın bir Frankofon, bu onun epik karakterine son derece uyan bir şövalye havası takınmasını mümkün kılıyor. Kadınlara ise, mütehakkim bir özenle, her biri prensesmiş gibi davranıyor, bu yüzden battaniyemi isteksizce yanıma almıştım fakat haklıymış. Belki yüzlerce kişiyle bu zirveye çıkan otel battaniyesi ise ziyadesiyle toz kokuyordu.

Rüzgâr gerçekten bir bıçak gibi ve sanki bu zirvedeki büyülü havaya tam da uyan bir korku efekti gibi; insanı sarsan, sersemleten bir şiddette.

Sonunda Yalçın’ın dediği oldu ve güneş ayaklarımızın altında doğdu. Karanlık ovanın bir yerinden ilk huzmelerini ayağınızı altından çakıp hızla sahnedeki yerini aldı, karanlığı delip çok ihtiyacımız olan ışığı bize şefkatle sundu. Tümülüsün silueti de büyülü bir hale içinde olanca heybetiyle aydınlandı.

Bizimle birlikte zirveye tırmanan, otelden aşina olduğumuz, İspanyollar rehberleriyle pek neşeli ve gürültülü bir muhabbet tutturmuş kahkahaları, alaca karanlıkta rüzgarda dağılıyor. Bizim grup ise tercihlerine göre; sırtlarında battaniyelerle tümülüsün çevresindeki basamaklara oturmuş; galiba çok sarsılmış olanlar. Fotoğraf çekenler, anı yakalamak peşinde olanlar. “Bir de Yalçın’la sohbete koyulanlar; bu esrarlı yerin havasını yakalamak peşinde olanlar. Kızım hem kendisi için hem de Zeliş için sürekli fotoğraf çekiyor. Yalçın Antiokhos’un zirveye gömülme hikâyesini; mezarını sipariş edişini tekrar anlatıyor. Antiokhos mezarının kayalarla örtülmesini emretmiş.

Zirvedeki tümülüs 50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapında. Yalçın’ın tekrar anlattığına göre Antiokhos mezarını hazırlatmış, “Dünyanın Tavanı” a gömülmek istemiş. Tümülüsün altında mezarı olduğuna inanılıyor. Bir hükümdar mezarının tonlarca kaya ile örtülmesini neden ister? Bu istekle empati kurmam çok zor. Yumruk büyüklüğündeki kırma taşların buraya getiriliş macerasını merak ediyorum. Bu tonlarca ağırlıktaki yük buraya nasıl çıkarıldı ve kusursuz bir yayvan koni oluşturacak şekilde nasıl döküldü. Aklıma Walter Benjamin’in ­“Nerede bir kültür ürünü varsa orada ter ve kan vardır” mealindeki sözü geliyor.

Kommagene Krallığı çok verimli topraklar üzerinde kurulmuş. Yeraltı zenginliklerinin de çok olduğu ve bundan da faydalandıkları söyleniyor. Ticaret hayatının da çok canlı olduğu yine bilgiler arasında. Batıyı doğuya bağlayan Fırat nehrinin geçitlerinden geçenlerden alınan vergiler de anlaşılan çok yüksek bir gelir kapısıymış. Roma İmparatorluğunun görkeminin yanında sözü edilemez olsa da zengin bir ülkeden söz ediyoruz.

Baba Kral I. Mithridates doğudan ve batıdan gelen büyük tehdidlere karşı ülkesini korumak için tanrılardan yardım isteyerek onlarla bir anlaşma yapıyor. (İbrahim Peygamberin Tanrısıyla yaptığı anlaşma gibi.) Tanrılarla anlaşma yapmak ve yeni dinler tesis etmek Eski Mısır’dan beri zaman zaman uygulana gelmiş bir tutum. Tek tanrılı dinlerin peygamberleri ile bu hükümdarların savaşa girdikleri de vaki, Musa ile Firavun’un büyük kavgasını bilirsiniz.

Mithridates’in İbrahim Peygambere benzer bir biçimde tanrılarla anlaşma yapması bu geleneğin sonucu olmalı. Seçkinler kulübüne bir adım! Mithridates’in ideallerinin gerçekleşmesi yolunda, sonsuz iktidara ve ölümsüzlüğe doğru attığı bir adım olarak, bir gövde gösterisi olarak ve yapabileceklerinin bir kanıtı olarak… ne dersek diyelim sonuçta doğu ile batıyı bağlayan bir yolun geçit kapısında bir krallık ve bunun tanrılarla anlaşma yapan hükümdarı ve eseri ile karşı karşıyayız.

Oğul Antiokhos’un zirvede tabletlere yazılmış vasiyeti mevcut. Bu metinde babasıyla birlikte kurdukları dini överken kullandığı üslup da bu fikri destekler şiddette. Zirvede Mithridates’i tanrılarla el sıkışırken tasvir eden kabartmalar var. Zirvenin doğu ve batı teraslarında devasa tanrı heykelleri gün doğumunu ve gün batımını seyredercesine yan yana oturtulmuş. Bu tanrılar Helen ve Pers tanrılarının bir birleşimi olmak üzere her iki dilde:

Apollo- Mithras

Herakles- Artagnes

Zeus – Oromasdes

Hera – Teleia

Helios – Hermes , olarak yazıtlarda çift isimle anılıyorlar. Bu Büyük İskender’in doğu ve batı kültürlerini kaynaştırma fikrine uygun olarak yapılmış bir uygulama imiş. Antiokhos’un soyu anne tarafından Büyük İskender’e dayanıyor. Babası Mithridates tarafından Pers hanedanına, büyük hükümdar Darius’a…

Tanrıların Kommagene’yi korumayı kabul ettiği ve bu anlaşmanın sonucunda, doğu ve batı dinlerini birleştiren yeni bir dinin kurulduğu beyan ediliyor. Bu dinin halka arzı için ülkenin belli merkezlerinde tapınaklar inşa edilmiş. Bu tapınakların en görkemlisi de ziyaret ettiğimiz zirvede kurulacakmış, ülkenin her yerinden görülebilecek bir şekilde.

Zaman içinde, Kral Mitridates tahtını oğlu Antiokhos’a bıraktığı biliniyor. Yeni kurduğu dinin ve bu dini büyük bir ihtişamla tesis edecek projeyi ise birlikte yapıyorlar. Antiokhos’un babasına derin bir saygı beslediği verilen bilgiler arasında. Annesine ise büyük bir sevgi ile bağlı olduğu ise hararetle vurgulanıyor. Babasının ölümünden sonra kendisini tanrı, annesini de tanrıça ilan ettiği de söz konusu ediliyor. Tümülüsün çevresindeki kutsal addedilen teraslarda yan yana oturan tanrıların arasına kendisinin ve annesinin heykellerini ( Zeus –Oramasdes’in soluna kendisini sağına annesini) yerleştiriyor. Kendisine Theos (tanrı), annesine Thea (tanrıça) ünvanını vererek.

Kaynaklar arasında Antiokhos’un ömrü vefa etmediği için Nemrut Zirvesindeki tapınağın tamamlanamadığı iddiasını da ileri sürenler var. Romalılar’la yapılan ve yenilgiyle biten savaştan sonra zirvenin, Romalılar tarafından harabedildiğini ileri sürenler de… İnternetten ve AnaBritannika’dan araştırdığım kadarıyla tarihlerde tutarsızlıklar ve hikâyede de yer yer tutarsızlıklar var. Amacım arkeolojik ve tarihi bir çalışma yapmak olmadığı için daha derin bilgilerin peşine düşmedim. Beni asıl cezbeden ve ilgilendiren; şaşılacak bir söz birliğiyle, hükümdarların çeşitli coğrafyalarda kendilerini tanrı ilan etmeleri meselesi. İnsan tabiatında egemenlik ve güç elde ettikten sonra meydana gelen değişimin aynı şekilde tezahür ediyor olması. Sonsuz ve ancak tanrısal olduğunda sonsuz olabilecek iktidarı talep etmek.

Antiokhos vasiyet metninde baba – oğul kurdukları dinin özelliklerini ve şakaya alınacak bir şey olmadığını kararlı bir üslupla yazdırmış. Metnin şu bölümü oldukça açık bir dille muhataplarını uyarıyor: “Sonsuz zaman kaderin bir cilvesiyle tüm insanlar arasından hangi soyu bu ülkenin mirasına oturtursa, o insan soyu için bu kanunu korumak vecibe olmalıdır. Şunu bilerek ki, kraliyetin rahmete kavuşmuş soyunun intikamı ağırdır, ihmal ve cürümden gelen din düşmanlığını eşit derecede cezalandırır ve takipçisi olur; kutsanmış atalarımın kanunu hakarete uğramışsa, merhamet tanımaz cezalar verir. Zira dindarca yapılan her iş kolaydır; ama dinsizliğin sonu zorunlu olarak sefalettir. Bu kanun benim sesimi duyurdu, tanrıların vahyi ise ona geçerlilik kazandırdı.”

Vasiyet boyunca aynı kararlılıkta ve tavizsiz (korkutucu) bir üslupla karşı karşıya kalınıyor. Zirveye ulaşmak için kat ettiğimiz yol ve orada geçen zaman boyunca bizi saran dehşet duygusu belki yersiz değildi. Orayı ziyaret edenler olarak acaba bu tehdidin rüzgârına mı uğradık ne dersiniz? İspanyollar’ın keyfi hiç de kaçmamıştı…

Şaka bir yana, bazı tarihi gerçeklerin bu coğrafyada hala karanlıkta olduğu ortada. Ulaştığım kısıtlı bilgiler arasında Kommagene krallarının Yahudiler’le dinsel rekabete girmiş olabileceğinin izleri de var, Makkabi Savaşı gibi... Vasiyetteki üslup ve emirlerdeki keskinlik ve asabiyet dozu ise çok yüksek. Antiokhos’un babasıyla birlikte bir alternatif din yaratmakta olduğu ve tek tanrılı din anlayışı ile bir rekabet içinde olduğu ise mantığa uygun geliyor. Tek tanrılı dinlere mensup olanlar için İbrahim’in ateşe atılması hiç de mitolojik bir öykü değildir. İbrahim’in mucizelerle dolu hayat hikayesi de…

Muzaffer hükümdarların kendilerini tanrı gibi görmelerine ve kendilerini ve yakınlarını tanrı ilan etmelerine tarih boyunca sık sık rastlıyoruz. Firavunlar, Büyük İskender ve birçok Romalı hükümdar, alenen veya dolaylı olarak kendilerini tanrı ilan edip “tanrı gibi” davrandılar. Bu durumu, o günün ideolojik bir argümanı olarak görmek mümkündür. Kazanılan başarıların ve elde edilen zenginliğin somut bir ifadesi olarak “tanrı” ünvanı almak. Bunun dünyada ulaşılabilecek en yüksek mertebe olduğuna da dikkatinizden kaçmaz kuşkusuz.

Nemrut’un zirvesinden aşağı inerken gün ağardığı için neşe içinde ve zor bir sınavı atlatmış olmanın hafifliğiyle yürüdük. İnmek çok zevkliydi, rüzgâr durmuş, güneş bizi şefkatle ısıtıyor. Hayalim beni o günlerin havasına çağırsa da çok yorgunum. Henüz ne yaşadığımın da ayırdında değilim. Ekşi sözlükte bu diyarın eski çağlarda cennet bahçelerini andıran bir bereket ve güzellikte olduğuna dair bir anektod var. Bu güzelliğin izlerini bulmak mümkün olsa da, fark edilen daha çok hırçınlık.

Zirvenin keşfi: 1835, 1839 yılları arasında Türkiye’de görev yapan Prusya ordusuna mensup bir subay olan Helmuth von Moltke, zirvedeki kalıntılardan ilk söz eden kişi… Kaplumbağa Terbiyecisi’nin ressamı, aynı zamanda müze müdürlüğü kariyeri de olan Sevgili Osman Hamdi Bey de zirveyi ziyaret etmiş ve Yervart Oksan ile birlikte, bir araştırma yayınlamış; “Le Tumulus de Nemrut Dagh” (1883). Kitabın 1988’de bir tıpkı basımı yapılmış. Zirvede daha sonra 1950 ve 1970-80 yılları arasında kazılar yapılmış. Bu kazıların sonuçları henüz çok kesin ve aydınlatıcı bir hikâyeyi ortaya koymaya yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Bu görkemli kalıntıların yaklaşık 900 sene boyunca, bu zirvede bilinmeyen olarak kalmış olmasını da dikkat çekici bulanlar olabilir. Bu unutuluş Antiokhos açısından tam anlamıyla bir hayal kırıklığı sayılabilir, bu çok heyecanlı ve iddialı faaliyetin sonucundaki unutuluş.

Hikâyeyi bilirsiniz: İbrahim Rabbi ile bir anlaşma yapmıştır. Hakikati tebliğ etmekle görevlenen İbrahim, tanrı olarak cisimleştirilmiş putları kırar (putları yapan ise babası Azer’dir) ve tek bir yaratıcı olduğunu, tanrı olarak ilan edilen putların hiçbir mana ifade etmediğini çeşitli vesilelerle ifade eder.

Sırf Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile münakaşa eden o (hükümdardan) haberin yok mu?

Hani İbrahim, “Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!” demişti. Hükümdar cevap vermişti “Ben (de) hayat verir ve ölüm dağıtırım!”

İbrahim: “Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!” demişti.

Bunun üzerine hakikati inkâra şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı. (Kuran-ı Kerim, Bakara suresi, 258. ayet )

Kuran-ı Kerim’de, İbrahim Peygamberin Nemrut”la tartışması yukarıdaki şekilde anlatılıyor. ( Kuran-ı Kerim’de Nemrut adı geçmez.)

Adı Nemrut olarak anılan hükümdar, muhtemelen kendisi de bir “tanrı”ydı, bu gibi tartışmaların sonucunda İbrahim’i ateşe atacaktır. Fakat ateş İbrahim’i yakamaz (Enbiya suresi 69. ayet) Rabbi imanı nedeniyle ve kendisine inanmayanları zor durumda bırakmak adına, onu ateşin yakıcılığından korur. Hikayeyi mitolojik olarak tamamlarsak: Sonuçta Nemrut kendisine musallat olan sivrisineğe yenilecektir. Bir sivrisinek Nemrut’un burnundan girerek beynine ulaşır. Ona dayanılmaz bir baş ağrısı ve acı verir. Bu acıdan kurtulmak için Nemrut başını tokmaklatmaya kadar vardırır işi ve sonuçta beyni dağılarak ölür.

Verimli Ay adı verilen Mezopotamya’nın zengin toprakları, dünya tarihi boyunca din, mezhep, etnik farklılıklar nedeniyle çıkan savaşlara sahne oldu. Bu kırık talih biliyorsunuz, hâlihazırda sürüyor. Petrolün ekonomik değer kazanması ile birlikte de; soğuk ve sıcak savaşlara neden olan rant kavgaları da bu sürece eklendi. Yaşadığımız günlerde kimseye hesap verme zarureti duymayan ve her haksızlığı açıklama yeteneğine sahip olan George Bush ve yandaşlarının “dünyanın hakimi” olmak statükosuna boyun eğmek zorunda kalıyor. Günümüzün muzaffer komutanlarının, tıpkı tarihteki selefleri gibi, savaşa sürdükleri kendi yurttaşları veya düşman olarak seçtikleri insanların değersizliğine karar vermiş olduklarını düşünebiliriz. Savaşlarda hayatlarını kaybeden sivillerin de bu değersizlikten paylarını aldıklarını unutmamak gerekiyor. Efendilerin güç savaşlarına hizmet eden köleler olarak, modern dünyadaki rollerini itiraz edemeden oynuyorlar. Medeniyetimizin temel taşlarını oluşturan değerlerin her birini hiçe sayan bu zihniyet karşısında, diplomatik çabaların veya protest duruşların pek de bir anlam taşımadığını, sonuca bir etki yapmadığını söylemek zor değil.

Çağdaş Tiranlardan söz ediliyor olması bizi şaşırtmıyor ve sessizce buna ikna oluyoruz. Alenen kendilerini tanrı olarak ilan etmiyorlar; etkinlikleri ise ilk çağın hükümdarlarının etkilerinden geri kalmıyor. Ölüm makineleri oluşturmuşlar ve can almaktan hiç de çekinmeden amaçlarına ulaşmak için planlarını uyguluyorlar. Kendilerini Tanrı ilan etmediler ama tanrı ilan etmişçesine davranıyorlar. Bu niyetlerin, amaçların “tanrısal güçler benim emrimde” gibi bir deklerasyona ihtiyaç duymadan hayata geçirilmesi sorunu ortadan kaldırmıyor. Sonucu da daha katlanılır kılmıyor. Vakıa ki, bu davranış kalıbı, sadece devlet yönetimleriyle de sınırlı değil. Dünya imparatorluğu hayal etmek global yapılar sayesinde şirket yönetimleri için de mümkün biliyorsunuz. Hırslarını kendi egemenliğini ve kusursuz iktidar alanlarında hayata geçirmek niyetinde olan herkese olanaklar sunan bir dünya düzeni içindeyiz. Sistem bütün çağdaş tanrı adaylarına imkânlar sunuyor.

11 Eylül’den sonra, haklılıklarına ve samimiyetlerine birçok kişi inanmasa da, bir işgal zemini yaratan ve halkını buna ikna eden Bush’un Roma İmparatorlarına, ABD’nin da imparatorluğa benzetildiğini hatırlayalım. Kaldı ki, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinin handikaplarını, tıpkı ilkçağ ve daha sonraki imparatorluklar gibi savaş yoluyla manipüle etmesi ilk defa kullanılan bir yöntem değil. Korkarım bu yolu son defa da kullanmıyorlar.

Bir satranç tahtası kuruluyor… insanların inançları ve hayatları üzerinden, bir sahte problem kurarak; filler, atlar, piyonlar ve kaleler tespit ederek oyuna başlıyorlar; şah mat demek için her hileyi deneyerek ve yalan söyleyerek… yüksek ideallerden söz ederek… evcilik oynar gibi… savaşçılık oynar gibi… tanrıcılık oynar gibi… canlı bombalar sosyolojisi üzerinden Siyasi İslam tehlikesi senaryosu yazıp, oynuyorlar. Baudrilliard’ın tespit ettiği gibi: Henüz işlenmemiş suçları bahane ederek!

Belli ki mümkün olduğunda ateşe atacak bir peygamber de yaratabilirler.

Günümüzde yaşayan Nemrut’lara karşı hepimizin “İbrahim” olmasına istinaden; arkadaşım Gül’e (Gül Karaağaç) ilham olunan şiirle veda etmek istedim. Tanrı iyilerin yanındadır.

BÜLBÜLÜN AŞKI

Bülbül-ü ağıt… İbrahim’e kurtuluş

Güle dönen ateş bedeldi figana

O bedel ki… aşk-ı badeyi sunuş

Asırlardır her avazda yakarış yaradana

Nemrut’un öfkesi kudurmuş bir küheylan

Kütüklerin ortasında bekleyense İbrahim

Bülbülün yakarışı arşa ulaştı ulaşacak

Ya Rabbi! Zalim’e ders, İbrahim’e merhamet

Yakın yıkın mel’unu! Diye atar naralar

Yanan kütük gül açar…ortasında İbrahim

Şükreder figanıyla mutludur artık bülbül

Güle minnetle bakar… kurtuluşa vurulur

Mel’un ben miyim diye…öfke döner kendine

Nemrut ürker öfkeden, heybet-i yaradandan

Ayrılır yarı mağrur, lanetli… İbrahim’den

Bülbül avaz ötesi… gülde Tanrı’yı görür

Asırlardır aşkını suret-i güle söyler

5 yorum:

hatice caglar dedi ki...

süper bir durum, yazının tamamını allah nasip ederse okuyacağım. blog raconuna göre beni "blog kardeşi" yaparsan çok sevinirim. ben sana ayrıntıları iletirim.

Adsız dedi ki...

Fatma hanım, ortama hoş geldiniz.
Sizi görmek çok güzel.
Yazıyı daha okuyamadım, ama fotoğraf çok güzel.
Saygılar.

Oğuz Dinç
www.oguzdinc.com

Adsız dedi ki...

evet evet evet özlemiştim güzel aklından geçen sözcükleri.fondaki yeşil benim ortaokulda ağaç boyamak için lacivert ve sarıyı karıştırarak kullandığım tek ağaç rengimdi.İçinde ne kadar sonbahar var dimi...
fotoğraf da çok güzel

nurşan dedi ki...

Günlerdir önünde "yenilmezlikihtiyaci" diye çırpınıp durduğum bu kapıdan, tılsımlı sözcüğün doğrusunu mırıldanıp geçebildim sonunda. Jül Sezar karşıladı beni. Tokalaştık. Sonrası, Sezar'ın, Sezarların, Nemrut'un, Nemrutların, tanrıların, insanların, taşların, kayaların birbirine geçiştiği zevkli bir yolculuktu.
Bir de o ev...Şarkılarımız, türkülerimiz..."Çamlığın başında tüter bir tütün" üzerine bitmeyen kavgamız.
Fatmacığım, bizleri çıkardığın bu yolculuk hayatın kendisi gibi kah hüzünlü, kah neşeli sürüp gideceğe benzer. Bu yola çıkarana ve çıkanlara esenlikler dilerim.
Sevgilerimle...

Adsız dedi ki...

Ben iki yaşımdan on yaşıma kadar Adıyamanda kalmıştım ve Nemrut'u bilirdim. Ama onu şöyle bir adam olarak bilirdim: güler yüzlü, 24 saat sarhoş, sızan içen, içen sızan, yemek pişirmeye kalkıp mutfağı yakan, kravatını beline bağlayan ve hiç işe gitmediği halde her ay maaş alan bir adam... Çünkü annem babama durmadan nemrut derdi; ben de bu Nemrut'u babam gibi biri sanırdım. Ya da babamı Nemrut gibi. Bu durumdan hala tam aymış değilim. Nedense Nemrut benim için hiç bir zaman tam anlamıyla kötücül bir karakter olamadı. Hadi ben daha bebeyken böyle bir travma yaşamışım da aşamıyorum. Şu koca dünyadaki bunca insana ne oluyor da hala bu Nemrutları baştacı ediyorlar hiç anlamıyorum.