2 Ocak 2008 Çarşamba

Adolf Fan Club


Çocukluğum boyunca, büyük bir hikayeci olan annemden savaş yıllarına ait hikayeleri dinledim. Radyosuna bağladığı hoparlörü pencereye yerleştirerek komşularının savaş haberlerini dinlemesine imkan veren Giritli Hüseyin sayesinde İsmet İnönü’nün Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini açıkladığı konuşmasını dinlemiş. “Saat birdeydi bu konuşma” diyor, “Heyecanla beklemiştik. Bütün mahalle pencerenin altına toplanmıştı, gününü hatırlamıyorum daha çocuktum ama çok sevinmiştik, herkes bayram etmişti.”

Annem 1933 doğumlu, 1939’da, yani savaş çıktığında altı yaşındaymış. Savaş bittiğinde ise 12 yaşında. Annem hayatı boyunca bu savaşın çocukluğuna damga vuran ölüm ve yıkım haberlerinin etkisinden daima söz eder. İnsana kötü bir şaka gibi gelen sabun yapma meselesini ve gaz odalarını dehşetle hatırlar. Bütün bu imgelerin bir çocuğun muhayyilesini ne denli tahrip etmiş olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Bu nesil belki bu yüzden çok ümitsiz, çok hüzünlü ve kendini güvende hissetmek konusunda mütereddittir. Karneyle ekmek alınan günlerde adam başı bir çeyrek ekmek için fırında sırada bekledikleri ve şeker bulamadıkları için kuru üzümle çay içtiklerinden bahseder. Anneannemin dalgınlıkla tuzu şeker kavanozuna boşaltması hadisesini ise o günü tekrar yaşıyormuşçasına biraz üzgün dile getirir. Ara sıra esefle, “Yunanlılar kedileri kesip yemek zorunda kaldılar.” der. Annem ve babam mensubu oldukları neslin “iktisat yapma” ve bir gün lazım olur düşüncesiyle bazı ıskartaya çıkmış nesneleri saklama alışkanlıyla; belli ki savaş yıllarının yokluk ve yoktan yaratmak sitiline daima sadık kaldılar. Annem İzmir’de orta halli bir muhacir ailenin çocuğu olarak Ege’nin karşı kıyısına kadar gelen savaşın dehşetini hissetti ve acı çekti ve hala unutmuş değil.

Bense Anna Frank’ı düşünüyorum: Anne Frank 1929’da doğmuştu, Mart 1945’de Bergen-Belsen toplama kampında öldü. Anne Frank Yahudi soykırımının en samimi belgelerinden birini arkasında bırakarak dünyamızdan ayrıldı. Ömrü vefa etseydi hiç kuşkusuz, sevecen ve etkili bir yazar olurdu. Kendisine küçük bir saygı duruşu olarak bir alıntı yapıyorum: “Amsterdam, 29 Mart 1944. savaşın üzerinden yıllar geçince, beki 10 yıl sonra, Yahudilerin burada (sığınakta) yaşadıkları, konuştukları, burada yemek yedikleri anlatıldığı zaman inanılmaz bir şey olacak sanki, öyle değil mi? Sana o kadar şey anlatmama rağmen sen bile buradaki hayatın yalnızca bazı kesitlerini biliyorsun. Örneğin: Her Pazar günü bombardıman altında kaldığımız, 350 İngiliz uçağı yarım milyon kilo dinamiti Ymulden üzerine bıraktığı ve evler sarsıldığı zaman, sonra buradaki salgın hastalıkları öğrendiğimiz zaman; bayanların nasıl korktuğunu… Daha bir çok şeyi bilmiyorsun eğer sana her şeyi bildirecek olsaydım, gün boyu sürekli yazmam gerekirdi. İnsanlar sebze veya o an alınabilecek ne varsa onu almak için kuyruk oluyorlar. Hekimler hastalara gidemiyor; çünkü otomobilleri veya o hala yerli yerindeyse otomobillerinin lastiği çalınmış oluyor. Sık sık soygunların, hırsızlıkların olduğundan söz ediliyor.(…) Halkın ruh hali iyi değildir herhalde. Haftalık tayınla idare etmek çok zor. Çıkartmadan hala ses yok, erkekleri Almanya’ya götürüyorlar. Çocuklar beslenemiyor ve hastalanıyorlar. Hemen hemen bütün insanların üzerlerinde kötü kıyafetler ve kötü ayakkabılar var. (…) Arka avlu kaynıyor. Üzerinde çok konuşulan, ama gerçek olamayacak kadar güzel ve masalsı olan, o kadar özlenen o kurtuluş yaklaştı mı yoksa? 1944 yılı bize zafer getirecek mi? Bilmiyoruz, fakat umut bize can veriyor, cesaret veriyor,bizi güçlendiriyor. Çünkü korkuyu, yoksullukları,acıyı cesaretle karşılamalıyız; şimdi mesele sakin ve sebatlı olmakta. (…)”

Aile albümümüzde dedelerim Münir ve Mehmet Ali Efendilerin, büyük amcamız Ali Rıza Beyin, genç yaşta ölen yakışıklı Niyazi Amcanın, büyük halamızın eşi Şef tren Emin Dedenin fotoğraflarda Hitler bıyığı ile karşıma çıkmaları; bende elimde olmadan bir infial yaratır. Aileye Nazilerin sızmış olma ihtimalinden dolayı değil elbette, bilirsiniz işte; esasen bu bıyık Karanlıklar Prensinin sağ kolu olan bir zalimle özdeşleşmiştir. Hitler ve karanlık yandaşları Rudolf Hess, Göring, Goebbels, Himmler ve diğerleri 62 milyon insanın akıldışı bir sebeple ölüme gönderilmesine rehberlik ettiler.

Adolf Fan Clup meselesine ilk örneği vermeliyim şimdi: Söz konusu insan akraba kadar yakın bir aile dostumuz. Başarılı bir meslek yaşamı olan bir asker. İki yabancı dil bilen, müzik aşığı ve ilk opera deneyimimi Rigoletto ile bana yaşatan bir centilmen… Bir gün Hitler’i kınayarak: “ Almanya’nın en muharip neslinin mağlup olmasına sebep oldu.” dedi. Hitler’i bu başarısızlık nedeniyle kınaması benim donup kalmama sebep oldu. Yani Naziler galip gelseydi… Hitler’in “yenilmezliğine” olan inancı haklı çıksaydı. Bu centilmen onu takdir mi edecek?..

Hitler’in bir tür inançla, “Yenilmezlik inancı”yla malul olduğu söylenmiştir. Hedefine ulaşamamasına rağmen çok büyük bir yıkıma sebep oldu ve unutulması çok güç olan acılara neden oldu. Bendeniz de okuduğunuz sayfalara, Hitler araştırmalarında söz edilen bu kavramdan ilham alarak bu ismi verdim.

Hitler’in müthiş bir performansla yükselmesi, görüşlerinin sadece çevresindeki yüksek rütbeli on-on beş kişiye indirgenemeyecek bir şekilde, yaygın olarak kabul görmesi, açıklanması hiç de kolay olmayan bir durumdur. Nazi elitlerinin, başta Hitler’in, Hess, Göring ,Goebbbels ve Himmler’in yaygın olarak; cani ruhlu, hasta ruhlu ve deli olarak tanımlanmaları meseleyi çözmek için yeterli olmuyor. Çok yaygın hiyerarşik bir sistemle, nasyonal sosyalist önderlik; “Führerlik” müessesesi yerel ve en küçük birime kadar yaygınlaşmıştır. Bu önderlerin binlerce olduğunu göz önüne alırsak insan tabiatının derinlerine bir yolculuk yapmak zaruretiyle karşılaşırız. Şöyle ki: Hitler ve arkadaşları için sağlıklı ruhlar demek imkanı yoktur. Aynı zamanda bu akıldışı sürece katılan hiyerarşiye boyun eğen ve itaatle katılan ve onca şiddette haklılık payı veren sıradan insanlar için doğruluğu onaylanacak bir kavram bulamak imkansızdır veya onları tanımlayacak, bir iddialı cümle de kuramayız. Bütün Almanlar delirmişti diyenler vardır ama bu ne ifade eder ki? Dikkatlerden kaçmaması gereken şey, bir inanç kayması durumuyla karşı karşıya kaldığımızdır. Avrupa medeniyetinin aydınlanma çağından itibaren inşa ettiği hümanite ve özgürlük anlayışı; buna bağlı olan demokratik arayışlar ve sosyalizm projelerine kadar geçen sürecin bir çırpıda imha edilmesi veya tersine çevrilmesi Alman toplumunda bu inanç kaymasının gerçekleşmesini mümkün kılmıştır. Birinci Dünya savaşından sonraki ekonomik çöküntünün ve yüksek işsizlik oranının yarattığı çaresizlik ve geleceği kuramama endişesinin bunda büyük bir payı vardır. Bu inanç kaymasını tamamiyle ekonomik koşullarla açıklamak işin kolayına kaçmak olur. Bu inanç kaymasının etkileri Nazilerin yenilmesi ve cezalandırılması sonrasında da sürdüğüne dikkat etmek gerekir.

Hitler’in çok pratik bir biçimde enternasyonal sosyalizmden aldığı kavramları nasyonal sosyalizm adı altında yeniden tanımladığını biliyoruz. “Romantik” bir düş yerine, reel bir proje kurmuştur. Bu proje en basit insanın bile rahatça anlayabileceği sadeliktedir. Emir komuta zinciri içerisindeki her bireyin kolayca uygulayabileceği direktifler yoluyla hiçbir inisiyatife ve her hangi bir duygusal yoruma müsaade etmeyen bu sistem tıkır tıkır işlemiştir. Kendini çarkın (Gamalı Haç) dişlilerinden biri olarak gören her insanın kolayca ne eylemler yapabileceği de bu sayede ortaya çıkmıştır. Almanya’da Yahudiler’e karşı yürütülen politika yavaş yavaş şiddeti artan bir dozda uygulanmıştır; muhalifler (ki var olduklarından haberdar olmasak rahatça yoktu diyebiliriz) marjinal ve sapkın (acımasızca tutuklanıp cezalandırıldıklarını unutmayalım) durumunda kalarak etkin bir söylem ve eylem için taraftar bulamadılar. Hitler’in söylemi çok güçlü ve her gün yeniden oluşan bir dinamiğe dayanır. Esasen toplum, Führer’in uygun görmediği hiçbir konuda bilgilenme şansına da sahip değildi!

Sözünü ettiğim inanç kaymasının inşasında Hitler’in Hıristiyanlık yorumunun da etkisini az değildir. “Hitler bir demogoji oluşturmuş ve etik değerlerin Yahudi değerleri olduğuna insanları ikna etmeyi başarmıştır. Hitler din operasyonu diyebileceğimiz süreçte önce “pozitif Hıristiyanlık” adını verdiği, mezhep ayrımı yapmayan bir din anlayışından söz etti. Daha sonra ise “Kendi kaderini Tanrı’ya bağlamayan, Yahudice acıma duygularından arınmış” bir “Alman Hıristiyanlığı” kavramını ortaya çıkardı. Protestanlık Martin Luter ( bir Alman!) tarafından Batı kilisesinin Yahudileşmesine bir tepki olarak kurulmuş bir mezhep olarak; “milli Hıristiyanlık” olarak tanımlandı. Daha sonra Nasyonal Sosyalist Hıristiyanlar grubu ve onların fanatik uzantısı SA- Christi bir “Alman Kilisesi” oluşturma çalışmalarına giriştiler. 1933’de Nazi papaz Müler, Protestan Kilisesinin başına getirildi. 1935’de Dahlem Kilisesi rahibi Martin Niemöller öncülüğünde milliyetçi ve ırkçı dünya görüşü lanetlendi ve akabinde 700 papaz tutuklandı ve toplama kamplarına gönderildi. 1936 yılında Katolik okullarının kapatılması ve Katolik gençlik örgütlerinin feshedilmesinden sonra; Vatikan Hitler’in dini hiç de kaale almadığını görerek bir bildiri yayınladı: “Tasamız Yüreğimizi Yakıyor”. Bunu üzerine, Nazi Devleti anti-Katolik bir kampanya başlattı. Artık sıra Katolik din adamlarındaydı. Birçok Katolik papaz temerküz kamplarına gönderildi. 1937’den sonra rejim alenen dinsizleşti; zaten Führer ve resmi ideoloji tanrısallaşarak fiilen dini bir görünüm kazanmıştı.” (geniş bilgi için:Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3. cilt, sayfa 821-822)

Nazilerin alameti farikası olan gamalı haç (doğuda kutsal svastika) için de derler ki, Hitler bu işareti tersine çevirerek taşıdığı kutsal anlamı da tersine çevirmiştir. Nazi ideolojisinin birçok değeri tersine çevirmiş olmasından ilham alınarak bu yorum yapılmış olabilir.Belki de bir tür büyü yapıldığı ima ediliyor! Bunun doğruluğu kanıtlanacak kadar bilimsel olmasa da iyi bir buluş olduğu söylenebilir. Kulağa şiirsel gelmesi ise dönemin mana olarak bir çok kavramı tersine çevrilmişliğini çok iyi taşımasından sanırım. Soldan sağa dönmeyi işaret eden svastika “açma” yönünü gösterir ve bu aynı zamanda enerjinin hareket yönüdür; bu haliyle svastikanın hayatın idamesini temsil ettiği doğu kültürlerinde yaygın olarak kabul edilir. Bir başka açıdan bakarsak gamalı Haç aslı olan svastikaya nazaran, 45 derece döndürülmüştür. Bu çevirme hareketi de bir enerjinin şiddetle harekete geçmesi anlamını taşıyor mu acaba? Nazi seçkinlerinin gizli ilimlere olan ilgisinden söz edilmiyor olsaydı; bu konuya girmek istemezdim. Gamalı Haç, şiddetin büyük ölçüde meşrulaştığı ve faillerini de mefullerini de bir çarkın içine aldığını ifade etmek açısından ise oldukça manidar bir amblemdir. Nazilerin dans teorisyeni Rudolf Bode’nin öğrencisi olan bir genç dans üzerine konuşuyor: “ Dansta doğanın temel yasalarını yeniden yaşarız. Kavalyeyi düşünecek olursak, onun temel hareketleri hamle yapmayı andırır; kaçınılmaz olarak askercedir. Dama gelince, onun dairesel biçimde olan içgüdüsel hareketi, svastika ile bağlantılı olan dairesel bir harekettir; svastika da sonsuz dairesel hareketi ifade etmesiyle hayatın runik bir harfidir.”

Nazilerin kötülüğün meşrulaşmasına katkıları kuşkusuz çok büyüktür. Himmler’in uyguladığı metodik şiddet; gaz odaları, insan bünyesi üzerinde uygulanan deneysel çalışmalar, aç-bilaç mahkumların ölesiye çalıştırılmaları vs. sonucunda insafsızlık ve insan hayatının değersizliği anlayışı kendine bir yol bulmuştur. Modern çağın en büyük felaketi bu şekilde etik değerlerin anlamsızlaşması ve her şeyin kazanmak ve kendi yenilmezliğini kanıtlamak açısından sınanmasıdır.

Elbette biliyorsunuz, Hitler’i sevdiğini söyleyen insanların sayısı hiç de az değildir. O’nun dehasını takdir eden birçok sıradan insanla karşılaşmak sürpriz değildir. İşin ilginç yanı bu insanlar karıncayı bile incitmediklerini de söylerler. Doğrudur da, burada dikkate değer olan meşrulaşmış şiddetin mağduru olmak yerine faili olmak adına olmasa da, failin yanında olmak, “güvende” olmak isteğiyle bunu söylüyor olmalarıdır. Modern dünyanın sakinlerine Nazilerden kalan miras: Tanrı’nın ve adaletin öldüğünü haykıran sıradan insanların cızırtılı sesidir. Bu durum entelektüel ve varoluşsal çabalar sonucunda ulaşılabilecek, “bilgece” bir ateist inançla hiçbir benzerlik taşımaz. Bu korkuların yönettiği insanın şiddetin nesnesi olmaktansa, şiddetin öznesine yakın durma tedbiridir.

Bir fantezi yapalım: Hitler söylendiği gibi intihar etmedi Rus askerleri tarafından esir alındı. Buz denizi kıyısında küçük bir kalede on yıl kadar hapis kaldı. 1955’de CIA tarafından kaçırıldı. Washington DC’de bir yer altı üssünde alıkonuldu. Amerikalılar tarafından sonu gelmeyen şeytani planlarından ilham almak üzere özenle korunuyor. İlerlemiş yaşı nedeniyle her gün bir doktorlar ordusunun kontrolünde. Hitler Pentagon’un planlarını eleştiriyor ve stratejilerine yol gösteriyor. Karanlıklar Prensi yaşıyor!

Karanlık güçlerden söz ediliyor olmasının kanıksanmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu durum herkesi kuşatan kara bir hale gibi korkunun yaygınlaşması, normalleşmesi, zihinlerin doğal hali, gündelik hayatın gerçeği olarak soluduğumuz bir ümitsizlik atmosferi yaratmaktadır. Nazilerden kalan mirasın bir sonucu olarak, ümitsizlik de hayatımızda meşru bir yer almıştır.

Nazilerin arasında lüks ve gösteriş düşkünlüğüyle ünlenen Göring, ona Parfümlü Neron derlerdi; “ Benim vicdanım yok! Vicdanım Adolf Hitler’dir. Aldığım önlemler bir takım hukuki mülahazalarla malul değildir. Hakkaniyet gösterecek halim yok; benim işim yok etmek ve kökünü kurutmaktır, o kadar. Nesnelliğin (empatinin) ne demek olduğunu bilmediğim için yaradanıma müteşekkirim.”

Göring de yaşıyor mu yoksa!

Hiç yorum yok: