25 Ocak 2008 Cuma

BİR FİLMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Takva, Yeni Sinemacıların, başarılı filmlere imza atmış bir ekibin merakla beklenen bir ürünü olarak ilgi gördü ve bunu da hak ettiğini düşünüyorum. Antalya’da 9 dalda Altın portakal ve Kanada, Toronta’da; Swarovski Kültürel Yenilik ödülünü aldı. Kendi adıma böyle bir eseri izlediğim için mutlu oldum.

Türkiye’de yirmi yıl öncesinin kesatlığı aşılmış olsa da pek az film yapılıyor. Bu da her filmin, her şeye ve herkese dokunan bir eser olması arayışına belli ki zemin hazırlıyor. Bunda Türkiye’de insanların, yüksek ideallere sahip olmaklığı, anlayışı ile yetiştiriliyor olmalarının payını da zikretmek gerekir. Okumuş yazmış insanların, galiba Fransızlardan esinlenilmiş bir huzursuzlukla (unutmayalım pek çok şeyi Fransızlardan esinlendik. ), hayata bakma zaruretiyle donatılmış olduğunu fark ediyorum. Dayanaksız bir mükemmeliyetçilik arzusu ve tek tip zevk anlayışı eğilimi ile entelektüel hayatımızın yaralanmış olduğunu gözlüyorum. Cyrano de Bergerac sendromu gibi bir şey! Bunlardan söz etmemin sebebi uygulanan eğitim sistemi ve felsefesinin Türkiye insanlarında saf bir bakış açısı oluşmasının önüne cidden engeller çıkarıyor olması. Bir sanat eseri, bir olay ve bir olgu vs. bütün bunları değerlendirirken, milli hisler, dine karşı mesafeli olmak, genel ahlaka uygun olmak gibi birçok edinilmiş parametreden bağımsız düşünemeyen bir toplumsal zihniyetin kıskacındayız. Kendine benzemeyen ve kendi hayatında yeri olmayana duyulan yabancılık ve gizli bir öfke!

Örnekse uzağa gitmeye gerek yok aynı ekibin çektiği “ Gemide” filmini eleştiren pek çok dostum, “Çok küfür ediyorlar” demeden edemedi. Bir gemide sıkışıp kalmış insanların alkol ve uyuşturucu ile haşır neşir bir halde, bekleyiş ve belirsizliğin yarattığı sıkıntıya katlanışındaki çıplaklık ve gizli çaresizlik dikkate değer bulunmuyor. İnsan iradesinin uyuşturucularda eriyip, bir çırpıda içgüdülerin emrine girişinin dehşet verici sonucunun da üzerinde durulmuyor. Gemide olmanın toplum dışı olmaya işaret etmesi de dile gelmiyor. Bu durum “toplumun seçimlerinin” dışında bir hayatı anlattığı için hayatımızda bir karşılığı yokmuş gibi görmezden gelinen ve gerçeklik duygusuna dokunmayan bir hikayecik olarak bir kenara itiliyor. Orta sınıf nezaketimize sığmayan küfür ise narin kulaklarımızı tırmalıyor.

Can Yücel için de böyle olmadı mı? Bir şair ve fikir adamı “Çok iyi küfrederdi” diye anılıyor. Bu anlaşılamaz, öz ile biçimin birlikteliğinden haberdar olmamakla açıklanamaz bir şeydir. Bu ancak felsefesiz kalmış olmakla açıklanabilir. Can Yücel küfrü bir estetik öge olarak kullandı. Hiciv yazıyordu, düşünceleri değil küfürleri dikkati çekti ne yazık ki. Perihan Mağden için de bir başka şey söyleniyor: ‘Dille çok oynamıyor mu?’ Bunu söyleyen İzmirli şair arkadaşım, bir türlü haberdar olamadığı demokrasi bilinci, entelektüel problematikler, zor metinler karşısında duyduğu korku vs. nedeniyle kendi dünyasına hapsolmuş ve kargadan başka kuş tanımıyor.

Zihniyet dünyamızın aykırı ve ayrıksı olana duyduğu ürkekliktir ki; Cemil İpekçi’ye muhafazakar olduğunu söylediği için hem şaşıyor hem de küçümsüyoruz. Türbanın serbest bırakılması konusundaki düşüncesi marjinalite kutumuza sığmıyor. Türban sorununun toplumsal uzlaşma ve özgürlüklerle olan hassas ilişkisi bizi yoruyor. Yıllardır görmezden geldiğimiz kendiliğinden yok olup gideceğini var saydığımız insanların. Yoksul ve taşralı olmaya işaret eden baş örtüsünün birden yeni bir burjuva sınıfının tercihi olarak hayatımıza girmesini anlayamıyoruz. Ben İktidar ve muhalefetin aynı ölçüde demagojik söylemleri olduğunu düşünüyorum. Düşünen insanların, aydınlarımızın üslubu ile toplum ve parlamento arasındaki üslup farkı da ürkütücüdür. Bu ülkenin aydınları da henüz marjinal olmaktan kurtulamadılar. Marjinal ve bir ölçüde de dikkate değer olmamakla malul bulunuyorlar. Eğriltilmiş bir bakış açısının mahkum ettiği, yüzyıl sonrasının değerlerini savunan romantik hayalciler olmaktan bir türlü kurtulamıyorlar.

Takva, ne demektir? Yakın çevrenize sorunuz! Muhtemelen “körü körüne inanmak” cevabını alacaksınız. Kimse bir bilene sormadı mı veya sözlüğe bakmadı mı Allah aşkına! Takva, Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma ( bence Allah’a sığınma) demektir. Vikaye’den türemiştir. Vikaye; kayırma, koruma, esirgeme demektir. Diğer bir türev olan vikayet ise koruma, sahip çıkma demektir. Filmin konusuna yabancılığımız daha ilk kelimeden başlıyor.

Yeni sinemacıların insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapma girişimi ise takdire değer doğrusu. Toplumumuzun % 53’ünün yabancı olduğu bir dünya üzerine bir film yapmış olmaları da. El attıkları konu pek çoğumuzun yok olduğuna inandığı dergah hayatıdır. İnanç sistemlerinin emir ve demirle hatta eğitimle yok olmadığının bilgisi hepimizde vardır aslında. Her inancın kendi locasını, lobisini, evini bir şekilde kurduğunun örnekleri ile dolu bir dünyada yaşıyoruz. Her inanç sistemi imkan bulunca, kendi yenilmezliğinin inancı ile savaşları ve kıyımları da meşru hale getiriyor. Doğuda ve batıda Müslümanlığı kabul edenleri memnuniyetle karşılayan insanlar; yüz yıllardır yan yana yaşadıkları Hıristiyanların varlığına tahammül edemez bir hale gelip, papazları, misyonerleri çocuklar vasıtasıyla yok edebiliyorlar.

Film şehvetten kaçınma eksenine başarı ile oturtulmuş. Burada ilginç olan biz Müslümanlarda bekarlık adeti yoktur. Hatta evlenip çoluk çocuğa karışmak, eşine ve evliliğin getirdiği sorumluluklara katlanmak hem Kur’an hem de Hz. Muhammet tarafından tavsiye edilmiştir. Kahramanımız Muharrem ise, yüksek bir mertebeyi hedefleyerek evlilikten feragat eder. Şeyh efendinin kızı ile evlenip, rahat bir hayat yaşaması çok mümkündür. Bunu tereddütsüz ret eder. Ama ne rüyaları onu rahat bırakır ne de kendisine sunulan görevi ve elde ettiği nüfuzu arzu ettiği feragatle ifa eder. Sonunda ruhsal dengesini kaybeder.

Rahmetli Dayım anlatmıştı: “Ben Rufai dergahına giderdim. Bir arkadaşımla arada bir ayine sohbete katılırdık. Bir gün Basmane’de seks filmleri gösteren bir sinemanın afişlerine bakıyordum. “ Merhaba Selahattin Efendi!” diye bir sesle irkildim. Dergahtan bir ileri gelen yanıma gelmiş, adeta ayıbımı yüzüme vuruyordu. Orada utanç içinde kala kaldım. Bir daha da dergaha gitmedim. O zatın beni utandırmaması icabederdi, bu işler bu şekilde hallolmaz.”

İnsanın nefsiyle mücadele etmesi ne kadar zordur; Mevlana’dan bir kıssa verelim: Melekler sabah akşam Allah’ın huzuruna gelip “İnsanlar şunu yaptı, bunu yaptı, bunlar çok kötü” derlermiş. Cevap: “Ben sizi nurdan yarattım, onların nuruna ise çamur kattım. Eğer size de çamur katsaydım siz de böyle yapardınız!”

Takva’yı bir film olarak başarılı bulduğumu söylemiştim. Bir hikayeyi, aceleye gelmiş izlenimi veren finali dışında, ilgiyi ve heyecanı ayakta tutarak anlatması bakımından, sinemasal tekniklerin uygulanışı, oyunculuk anlayışı, Önder Çakar’ın belli ki çok emek işi olan cesur senaryosu ve samimiyeti açısından çok beğendim. İlginç olan bir başka yan ise bu filmin varoş zihniyetine sahip olduğu düşünülen, eğitimsiz, çocukluğunda Kur’an kursuna gitmiş insanlar tarafından daha doğru anlaşıldığıdır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Filmdeki Muharrem, kendisine çok zor bir hedef seçiyor... Her şey herkese göre değil. Önceden bu alemlerde insanlara "gelme gelme, dönme dönme" denirdi. Ama bakıyoruz kapı da meydan da ağzına kadar açık. Hem Şeyhin cillop gibi kızı Muharrem için yeterince büyük bir himmet bence ama ne kadar açgözlüyse bunu bile elinin tersiyle itiyor. İnsan olmanın ne demek olduğunu, zayıflıkların da, düşkünlüklerin de olduğunu hesaba katmak lazım. Şehveti sırf kötü ilan etmek mücadele etmek için yeterli mi? Sırf cinsel dürtülerini yok sayarak, karşı cinsin güzelliğini, cazibesini görmezden gelerek olmaz bu işler. Miden guruldarsa, avucunun içi kaşınırsa ne olacak? Şehvet sadece cinsel hazzın kaynağı olsaydı iyi olurdu. Çok yemek yemek, para ve mal taliplisi olmak da şehvetin sivri uçlarıdır bence. Artık bu zamanda aramızda "arif" kılığında insanlar ve "insan" kılığında "arifler" var.İnsan öncelikle ne olduğunu bilmeli, kendini tanımalı diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Nusret