4 Mayıs 2008 Pazar

BİR ŞUURSUZLUK ANITI OLARAK TİTANİC


“Teknolojiye olan ilahi güvenin aldığı yara acısından bakıldığında bu felaket tarihin ciddi bir dönüm noktasıdır.”
Joseph Conrad

Titanic’in yapılma, yolculuk ve batış hikâyesi bir Yunan tragedyasını andıran dramatik öğe ve ibret öyküleriyle örülü. Daha esprili bir dille ifade edersek, “insanlığın şuursuzluk tarihi” diye tanımlanabilecek özel bölümünün en nadide parçalarından biri.
1900’lerin başında sanayi devriminin en ümit vadeden günlerini yaşayan Batı, doğaya meydan okuyabilir olmanın yolunu teknolojide bulduğunu düşünüyor ve zaferini taçlandırmanın sembolik yollarını arıyordu. Geminin mürettebatı tarafından ‘Tanrı’nın bile batıramayacağı gemi’ olarak nitelendirilen Titanic bu anlamda küstah ve azametli bir semboldü. 46 bin tonluk döneminin bu en heybetli transatlantiği 66.000 beygir gücüne sahip, saatte 23 deniz mili hız yapıyor, 16 fitten daha yüksek dev pervaneler gemiye normalin üzerinde bir hız katıyordu.
1912 yılının 10 Nisan günü İngiltere’nin Sout Hampton limanında ilk ve nihai yolculuğuna başlayan Titanic, 14 Nisan gecesi okyanusun karanlık sularına gömüldü. “White Star Line” şirketi tarafından yapılan gemi bir sanat eseri edasıyla tamamlanmış olarak 10 ay boyunca Wolf su havzalarında bekletilmişti. Şirketin sahibi tarafından sık sık bu havzada ziyaret edildiği ve bir kadeh şarap eşliğinde seyredildiğinden şüpheleniyorum.
Gemi 10 ay boyunca denize hasret bir şekilde öylece bekledi kucaklaşmanın katharsisini batma öncesinde gövdesine aldığı toplam 30.000 ton suyla yaşayacağından habersiz. Evet, o kadar büyüktü Titanic, bir o kadar da şaşalı. Birinci sınıf için bugünün parasıyla 50.000 dolar ödeyen yolcular kamara süitlerde şömineler ve tüttürebilecekleri Havana purolarına bile sahiptiler. Fakat batma sırasında güvertede 2800 kişi bulunmasına rağmen cankurtaran filikaları yalnızca 1.500 kişilik kapasiteye sahipti. Daha da enteresanı çarpışma sonrası denize indirilen filikalarda toplam 705 kişi bulunuyordu. Yani yeterince insan kurtulamamıştı. Teknolojik ilerlemeye duyulan kör güven insanları göz göre göre ölüme götürmüş, filikaların batmasından korktuğu için daha fazla yolcu almak istemeyen insanların bencilliği de kalanların icabına bakmıştı.

Titanic’de ölenlerin uzun süre kazayı ciddiye almadıkları, ikiye ayrılan güvertede kartopu oynayıp buz dağından fırlayan buzları şampanyalarına attıkları söylenir. Bu arada konuyla ilgili çekilen filmde çarpışma sırasında ısrarla müzik yapmayı sürdüren geminin müzik ekibinin hali hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor. Bunu anlattığımda Nusret Beyciğim eski tarihli bir yapımda güverte görevlilerinden birinin düşen şezlongları tekrar tekrar yerine koyduğu sahneyi hatırlatıp ekledi; “Sanki zengin bir aristokrat olmak ölmeye engelmiş gibi…”
Bir başka önemli faktör ve enteresan karakter ise böyle bir şaheseri kullanıyor olmaktan dolayı inanılmaz derecede gururlanan 62 yaşındaki Kaptan Smith. Kaptanın en büyük amacı perşembe günü New York Limanı’na varması beklenen gemiyi Salı günü limana vardırmak ve takdir kazanmaktır. Buz dağı fark edildiğinde isabetli bir manevra yapamamasına sebep olan bu deli hızın nedenini de buradan anlayabiliriz. Çünkü kaptan Smith’in egosunun acelesi vardır. Bağdat Caddesi Kompleksi olarak psikoloji literatürüne geçmesi beklenen durumun köklerinin çok eskilere dayandığını tahayyül edebiliriz sanıyorum.
Aynı Kaptan Smith tahmin edilebilir bir refleksle geminin batmayacağına olan inancı ve batıyor oluşunun getirdiği karmaşık ruh haliyle hiçbir zaman yolcularına gerçekten filikalara gitme emri vermemiş ve kurtulabilecekken birçok insanın onunla birlikte ölümüne sebep olmuştur. O da bu kadar kalabalık bir aristokrat kalabalığının aynı anda basit ve hiç de epik olmayan bir şekilde öylesine ölüvereceğine inanamamış olsa gerek... Bazı hikâyeler sonrasında filme çekilsin ve içindeki enigmatik karakterler iyi oyuncular tarafından oynansın diye gerçekleşir. Bu da Tanrının bize yaptığı bir tür Hollywood şakası sanırım.
Mutfağında en pahalı şefleri bulunduran geminin dürbünsüz ve ışıldaksız gözetleme kulesi elemanı Frederick Fleet 20 metre yükseklikte bulunduğu yerden buzdağını fark ettiğinde artık çok geçti. Durumu derhal aşağıya bildirdi, geminin rotası yana doğru kırıldı ama hızından dolayı buzdağından kaçılamadı.
Mühendislik şaheseri olarak nitelendirilen Titanic’in batması imkânsız olarak görülüyordu. Önden ve arkadan çarpmalarda bu çelik devasa gövde karşısında herhangi bir geminin ciddi hasar göreceği hesap ediliyordu. Bütün bunlar öngörülmüştü fakat oldukça basit olan bir gerçek, buz dağı öngörülmemişti. Buz dağı gemiyi bir bıçak gibi yandan 6 yerinden kesmiş, geminin altının tonlarca suyla dolması sonrası ikiye ayırılıp okyanusun dibini boylamasına sebep olmuştur.
Kaptan Smith gerçekten batacaklarına bir derece ikna olduğunda koşarak gittiği ilk kişi gemide yolculuk eden en nüfuzlu kişi olmuştu. John Jacop bu müstesna durumu gemideki diğer aristokratlarla da paylaşmıştı. Bu haber neden sadece birinci sınıf yolculara verildi, neden ikinci ve üçüncü mevki yolcuların bundan haberi olmadı hâlâ muamma (!) Bilinen o ki; ikinci ve üçüncü sınıf yolcuların çok sonraları kendiliğinden uyandığı. Bu yolcuların büyük bir kısmının 462 kamaralı bu dev yapıda güverteye giden labirentimsi koridorlarda kaybolduğu, çoğunluğu İngilizce konuşmayan insanlardan oluşan bu kalabalığın İngilizce işaretleri anlayamayıp yollarını bulamadığı biliniyor. Ayrıca bir şekilde yollarını bulanlarınsa bu mevkilerle güverteye giden geçitler arasındaki kapılar kilitlenerek engellendiği tutanaklara geçmiş.
Evet, Kaptan Smith durumun farkına vardı, haberleri uçurdu, kalabalığın bir kısmı SOS fişeklerinin de atılmasından sonra durumun vahametine iyice ikna oldu. Güvertede yaşanan filika kargaşası önce birinci sınıf yolcuların filikaya alınması ve ikinci, üçüncü sınıf yolcuların engellenmesiyle tam bir drama dönüşüyor. Ardından Smith’in “ kadınlar ve çocuklar” emri sonrası başka bir dram yaşanıyor. Geminin batmayacağına inandıkları için yerlerinin kocalarının yanı olduğunu düşünen birinci mevkiden kadınların ısrarı ve öncelik ötekilere verildiği için bekletilen üçüncü sınıftan kadınların gözleri önünde filikalar denize neredeyse boş indiriliyor.
Titanic alttan dolan suyun ağırlığıyla ortadan ikiye tam anlamıyla çatlamış ve güvertedekiler denize düşmeye başlamıştı. Denizin yüzü buz gibi suda çırpınan insanlarla doludur. Gemideki eşyalar ve bacalar sudakilerin üzerine düşmeye başlar. Çok geçmeden Titanic bütün bu kör inanç halkasına rağmen 70 derece açıyla okyanusun dibini “gerçekten” boylar.
Öte yandan filikadakiler boş yerleri olduğu halde sudaki insanları almayı istemiyorlar, filikalara tırmanmak isteyen güruhun onları da batıracağından korkuyorlardı. Sonraki tutanaklarda filikadakilerin suyun üzerindekilerin çığlıklarını duymamak için yüksek sesle tempo tutup şarkı söyledikleri yazılıdır. Suyun üzerindekilerin hayat belirtileri 1 saat sonra tamamen kesilir. Suda donanlarla ilgili ayrıntılar raporlarda dehşet verici olarak tanımlanmıştır.
Kurtarma gemisi, Titanic tamamen gözden kaybolduktan iki saat sonra olay yerine varabildi. Mürettebattan kişiler de dâhil olmak üzere toplam 705 kişi kurtarıldı. Bir o kadar da kurtarılabileceği halde yolcuların birçoğu suda donarak öldü.

Titanic adını da aldığı üzere gerçek bir modern zaman tragedyasıdır. İnsanoğluna dair bütün zaafları, zayıflıkları, kusurları bünyesinde toplayıp tek bir hikâyede görünür kılan nadir öykülerden biridir. Bu hikâyedeki esas karakter olan gemi bütün azameti ve büyük bir yenilmezlik inancıyla yola çıkıp sulara gömülür. Yan karakterlerden bazıları yani yolcular ise görünmezlik inancıyla suda çırpınanları arkalarında bırakır ve üzerlerine bir türkü yakar. Görünmezlik inancı da yenilmezlik inancı kadar korkunç olsa gerek, değil mi Fatma Abla?

KONUK YAZAR: HATİCE ÇAĞLAR

7 yorum:

tembel gelin dedi ki...

hatice'nin yenilmezlik inancının başyapıtlarından biri olan titanik faciasına ilişkin yazısının hayranıyım, bi imza alabilir miyim?
zeliha

hatice caglar dedi ki...

Yenilmezlik İnancı'nda konuk yazar olmanın hakkını vermeye çalıştım:)
imza ne demek şekerim... yanaklarından öperiz biz adamı, öyle imzayla olacak iş değil bu.
Ayrıca çok Özledim
Sevgiler

Unknown dedi ki...

hatice hanımcığım döktürmüş yine.. böyle sulu mu sulu mayhoş yeşil elma gibi bir yazı bu. yine insan müntehir, yine doğa müntekim. buna az biraz keyifle tanıklık etmek için böyle yazılara ihtiyacımız var; imza için sıraya girdim :)

Fırat Coşkun dedi ki...

haticeciğim yazın çok güzel olmuş. ellerine sağlık.

asfalya dedi ki...

İnsan yarattığı şeye tapar.. Musa, tanrısıyla konuşmak için Tur-i Sina dağına çıktığında aşağıda kalan arkadaşlar daha önce kendilerine gönderilen helvayı boğa şekline sokup tapınmaya başlamışlardır. İster ibreti alem deyin ister bir arketip hikaye deyin.. Hiç fark etmez insan yarattığına tapar. Dünyayı bu haline getiren mühendislik mantığı her köşe başında karşımıza çıkar. Devasa eserler ve devasa burnu büyüklük.. sonuç olarak görmezden gelinen küçük bir kaç ayrıntı.. Mühendislik alçakgönüllü olmayı becerebilseydi bu gün literatürde "buzdağı sabiti" diye bir şey olurdu. (belki de vardır) Nasa üssünden fırlatıldıktan tam yirmibir saniye sonra yakıt tankındaki buzlanmadan kaynaklanan minicik bir çatlağın sebep olduğu patlama sonucu moleküller halinde atmosfere saçılan mürettebat. Adı neydi bu mekiğin? "Challenger" şimdi insan soramadan edemiyor,kime challenge ediyorsunuz ki? Zaten var olan bir şeyi ortaya çıkarmış olmanın getirdiği bu burnu büyüklük ve diğer hiçbir şeyi dikkate almama tavrı daha bu dünyanın başına çok işler açacak gibime geliyor.

ezgi dedi ki...

Titanik hakkında yazılmış bir yazıyı bu kadar keyif ve merakla okuyacağımı düşünmemiştim hiç. Kalemine sağlık Hatice yeni yazılarını da okuyabilmek dileğiyle...

Fatma Çal dedi ki...

Ömrümüz günümüzün mitlerine, kristal avizelerine, balon ve salonlarına dalıp çıkarak geçiyor. Neşeli olmak lazım: "İmanı çok olan neşeli olur!" (Mevlana'dan hatırlıyorum ama hadis olması da çok mümkün.) Ancak senin yazdığın ve kaleminin hüneriyle bize sunduğun hikayede olduğu gibi ve Nusret'in pek güzel açıkladığı gibi; "asri züppelik" bizde ne neşe ne de muhabbet bıraktı. Ancak bir Titanik olacak, biz ona bineceğiz ve kendimizden ve kendi yarattığımızdan başkasını da sevmeyeceğiz. Belki de Titanic Anti-Nuh'un Gemisidir. Ölen bizim, kalan sağlar onlarındır. Çünkü Borges'in nasklettiği gibi: "Ölüm dediğimiz şeyin hayat, hayat dediğimiz şeyin ölüm olup olmadığını", biz nereden bileceğiz
Bu sayfaya çok önemli bir katkı yaptın Hatice'ciğim bir okur olarak sana teşekkür ediyorum.